25 Eylül 2009 Cuma

Ruhussalat Aynulhayat

1 Ruhu's-Salat Aynu'l-Hayat Tercemesi
2 Namazın Ruhu,Hayatın Pınarı
3 Taarruzun Sureti
4 Kalbin Marifeti
5 Namazı Kılanın Anlayacağı İnce Mana
6 Namazın Mertebeleri
7 Namazı Terk Etmenin Manası
8 Niyetin Devamı
9 Abdeste Elleri Yıkamak
10 Setr-i Avretteki İnce Mana
11 İstikbal-i Kıble
12 Tekbirin Beyanı
13 Kulub-i Safiye
14 Tekbirde Elleri Kaldırmak
15 Sağ Eli Sol Elin Üzerine Koymaktaki Hikmete İşaret
16 Fatiha
17 Tekbirde Ellerin Kaldırılması
18 Kıyam Ruku Ve Secdede İncelik
19 Kavmeyi Eda Etmenin İnceliği
20 Namazın Dereceleri
21 Tehiyyat
22 Kemal Sıfatlar
23 İbadete Devam Etmek
24 Son Söz
25 Bu eserin terceme ve tahşiyesinde faydalandığımız eserler



Mütercimin Önsözü

İslâmiyet binası; imân sahasına açılan namaz, oruç, hac ve zekât temelleri üzerine kurulmuştur. Namaz, ehemmiyet bakımından, diğer vazifelerden önce gelmektedir. Zira zengin ve fakir, sağlam ve hasta herkes namaz kılmakla mükellef bulunmaktadır. Hayata veda eden kimse ile aklını kaybeden mecnundan başka her mü'minin kılmak mecburiyetinde olduğu namaz, İslâmiyetle birlikte tekemmül etti, mirâc gecesi beş vakte yükseldi.

Namaz, imân sahihlerinin gözünün ve gönlünün nurudur.

Namaz, ilâhî visale nâilliyyetin sebebidir.

Namaz, nefs düşmanını kahr u perişan eden, ruhu. İlâhî füyûzatla pür heyecan kılan ulvî bir vazifedir.

Namaz kalb kâ'besinde çöreklenen nefs ejderini imha eden keskin bir kılıçtır.

Namaz, vücut iklimindeki menfî kuvvetlere esir düşmüş kalb yûsüfünü kurtaran ilâhî imdâd ve vücut iklimine sultan kılan Rabbânî bir ikramdır.

Ateşten harareti, buzdan soğukluğu ayırmak nasil mümkün değil ise namazsız Müslümanlık düşünülemez.

Namaz, bedenî vazifelerin en faikı ve Islâmın lâzım-i gayri müfârıkıdır.

Namaz, bizden önceki ümmetlerin hepsine emrolunmuş; Hz. Âdem'den Efendimize kadar gelip geçen her peygamber, namaz kılmakla mükellef bulunmuştur.

Güneşin doğması, gündüzün olması için nasıl şart-ı lâzım ise, olgun bir Müslüman olabilmek için de namazın edası şarttır.

Namazın diğer vazifelerden üstünlüğüne bir misâl verilecek olursa «vücuda nisbetle, baş» gösterilebilir.

Namaz, insanı, manevî âlemlerde seyran ve lâhûtî fezada tayaran ettiren «Mirâc» tır.

Namaz, küfre karşı çekilmiş manevî bir sınırdır. «Bir adamla küfrün arasında(ki sınırın kalkması) namazın terkidir.» Namazın kılınması da bu hududun korunması ve vücud şehrine sızmak isteyen düşmanı defetmektir.

Kristâlize edilmiş bir elmas, güneş karşısında rengârenk pırıltılar verir.

İslâm güneşinin ziyası altında tetkik ve müşahede edildiğinde, namazın ne kadar güzellikleri ve hikmetleri varsa ortaya çıkar.

İşte muhterem okuyucu, elinde bulunan bu eser, tasavvufî ölçüler içinde, namazın hikmetlerini inceleyen bir risaledir. Geniş olmayan hacmi içinde büyük değer gizleyen bu kitap, Zeynüddin oğlu Yûsuf tarafından kaleme alınmış olup nâçiz tarafımızdan, umûmun istifadesine sunulmak üzere dilimize çevrilmiştir.

Tercemede metne bağlı kalmaya çalıştığımız İçin, izah ve tefsir mahiyetindeki ifadeler, parantez içine alınmıştır.

Kitabta geçen âyet-i kerîmelerin âid olduğu sûreler ve rakamları ile, hadîs-i şeriflerden tesbit edebildiklerimizin me'hazları dipnot olarak gösterilmiştir.

Bundan başka, kitabta mevcut tasavvufî tâbirlerin tarif ve izahları haşiye olarak gösterilmiştir.

Hayırla anılmaya lâyık bir şey yapılmış ise ancak Rabbimin lûtfudur. Hidayet ve tevfîk mutlaka O'ndandır.



2- Namazın Ruhu,Hayatın Pınarı

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle (başlıyorum)

Mektubat'ın sırları ile münâcâtda (1) kullarına perdeyi kaldıran, dinin nurları ve vâcib olan vazifelerle göğüslerin (deki letâif kandillerin) i mâmur kılan, zikrin zevkleri ve müşahede lezzetiyle kalblerini yumuşatan Allah'a hamd-ü senalar olsun.

Kendisine «cevâmiu'l - kelim» (2) in hayırlısı ve son (kitab olan Kur'ân) âyetler(i) verilen, (muânzlara) gâlib çıkaran mucizelerin (3) sahibi Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e; hayırlara koşan ve (yüce) dereceler (e erişmekte) yarışan âl ü ashabına salât ü selâm olsun.

Bu (kudsî vazifeyi îfâ) dan sonra Zeynüddin oğlu Yûsuf —Allah, onu zihin noksanlığından ve dîni anlamakta zekâ eksikliğinden korusun— der ki :

— Allah Teâlâ'nın : اَقِمِ الصَّلاَةَ ِلذِكْرِى

Bu emrin zahiri, vücub ifade etmektedir. Gaflet, zikrin zıddıdır.

Salât, Rabbi ile kulu arasında ulaşma (vasıtası) dır. Bu sebeble Hak Teâlâ şöyle emretmektedir :

Beni zikretmek için namaz kıl, (4) emri hatırıma geldi.

Bu emrin zahiri, vucub ifade etmektedir. Gaflet zikrin zıddıdır. Salat, Rabbi ile kulu arasında ulaşma vasıtasıdır.

Bu sebeble hak Teala şöyle emretmektedir. وَقُومُو الِلّهِ قَانِتِينَ

Mânâsı :

«Allahın (divanına) tam huşu ve tâatle durun.» (5)

Namaz, kul ile Allah arasında (rızâya) ulaşmanın vesilesi olunca, Rubûbiyet tecellilerinin (6) ubudiyet üzerine gelmesi için, namaz kılan kimsenin tevazu' (7) üzerine bulunması vâcibtir.

Kime namazda huşu hâli cezbesiyle (ilâhi bir tecelliye) ulaşmak müyesser olursa, kendisine Rabbânî tecellinin doğuşu parıldamaya başlar. Halbuki insanların çoğu bundan gafil bulunmaktadırlar.

Ben, ihlâs üzere bulunan kullar için namazın sırlarından (bilinmesi) zarurî mes'elelerden bir kısmını; huzû, hûşû, ihlâs (8) ve niyyet gibi namazın hayatiyetinin tamamlanması mânâsmdaki bâtını mânâlarını, bir araya toplamaya —Allah'tan yardım dileyerek— kendimce karar verdim.

Allah Teâlâ «Beni zikretmek için namaz kıl» (9) buyurmuştur. Yani beni zikredici olarak (namaz kıl) demektir. Zira Allahü Teâlâ'-yı, lâyık olduğu gibi zikir; dilin tilâvet (-i Kur'ân) iie meşgul obuası, kalbin huzuru ve huşûun tam yapılmasından ibarettir.

(Bu cihetler dikkate alındığında) mânâ : «Seni zikr (yani lütfûmla mukabele) etmekli-ğim, devamlı tecellîmi ve (o tecellîde senin vücûdunun arzularını) ifna için benim huzurumda vücûdunu (ibadete) vererek münâcâta devam et» olur. Bu mânâya göre, namazın dosdoğru
kılınması, vakitlerinde rükû ve secdesini tam yaparak edaya devamdan ibarettir. Münâcâtm devamı, murakabeye (10) devam ve va'd olunan ilâhî lütûflardan istifade etmekte bütün gayretini toplamaktır. Zira

Peygamber (s.a.v.) efendimiz «Sizin zamanınızın günlerinde Allah için nef'ha (rahmânî koku) vardır. Gözünüzü açın ve ona taarruz ed(ercesine istifade ed)in.» (11)





(1) Münâcât : Dergâhı ilâhîden niyazda bulunmak: Ce-nâb-ı Hakkın mağfiretini niyaz yollu yazılan manzumelere de bu isim verilmiştir.

(2) Cevamiu'l - Kelim : Az lâfızda çok mânânın toplanmış olmasına verilen bir isim olup, bu ibarede Kur'ân-ı Kerîm kasd olunmaktadır. Zira Kur'ân-ı Kerîm'in her âyetinde ve hattâ kelimeleri içinde az lâfızda çok mânâlar gizlenmiştir. «Bana cevamiu'l -kelim verildi» hadis-i şerifinde de Kur'ân-ı Kerîm mûrad olunmuştur. (Nihâye, 1/295)

(3) Mucize : Peygamberlik iddia eden kimseyi, dâvasında doğru çıkarmak için Allah Teâlâ'nın izhar ettiği harika işe denir.

(4)Sûre-i Tâhâ, 14

(5) Sûre-i Bakara, 238.

(6) Tecellî : Gayb nurlarından kalbte zahir olan şey'e denir.

(7) Tevazu : Hakka teslim olup hükmüne aykırı hareketi terk etmeye bu isim verilmiştir.

(8) İhlâs : Safasına keder veren şeyden, kalbi kurtarmaktır. İhlâs, kul ile Rabbi arasında bir sırdır.

(9) Sûre-i Tâhâ, 14.

(10) Mâsivâ'dan alâkayı keserek Cenâb-ı Hakk'a teveccüh etmek, Allah'ın ilminin bütün kalbleri kuşatmış olduğunu düşünüp, ibadete devamla nefsi terbiye ve derûnunu tasfiye etmek manasınadır.

(11) اِنَّ لِلّهِ فيِ ايَّامِ دَهْرِكُمْ نَفَحاَتٍ اَلاَ فَتَعَرَّ ضوُالَهَا




3 Taarruzun Sureti

Namazla emr olunmak; suretini, ubûdiyyetin gayrisi şeylerde kullanmaktan çekmekle Hak cezbesinin sureti (ne yönelmek) dir.

Namazın suretinin şartlarından, rükünlerinden, sünnetlerinden, âdabından, hey'etlerin'den, zikirlerinden her birinde taarruzun hakikatine bir işaret vardır.

Bu mânâlara ve kalbten geçen sırlara nüfuz, kalbi ubûdiyyetin gayrisi ile iştigalde kullanmaktan çekmek, ihlâs ve huzura incizabta taarruzun hakikatini idrâk; namaz kılanın yakıyninin (12) kuvveti, tâate olan kasdının üstünlüğü ve Rabbine münâcaatda kalbinin doğruluğu ve fikrinin alışması, Halikının huzurunda durmanın nasıl olacağına fikrini kullanması mikdarınca hâsıl Olur.

Peygamber (s.a.v.) efendimiz şöylee buyurmaktadır : اِذَا قَامَ الْعَبْدُ اِلىَ صَلاَتِهِ فَكَانَ هَوَاهُ وَوَجْهُهُ وَقَلْبُهُ اِلىَ اللّهِ تَعَلىَ عَزَّوَجَلَّ اَقْبَلَ اللَّهُ بِوَجْهِهِ فَلاَ يَنْصَرِفُ عَنْهُ حَتىَ يُحدِثَ اَمْراً مُخَالِفَاً لِلدِينِ

Mânâsı:

«Bir kul, namazın (ı eday)a kalktığı vakit onun nefsi, yüzü ve kalbi Azîz ve Celîl olan Allah'a yönelir. Allah da ona zâtı (13) ile ikbal eder ve dine muhalif bir şey yapmadıkça ondan (rahmetini) geri çevirmez.» (14)

Yüce Allah şöyle buyuruyor : حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلَاةِ الْوُسْطَى وَقُومُوا لِلَّهِ قَانِتِينَ

Mânâsı :

«Namazlara ve (hususiyle) orta namaza devam edin. Allanın (divanına) tam huşu ve tâatle durun.» (15)

Yani huzû ve huşûa devamla, O'nu zikrederek, temizliğin şartlarını ve rükünlerini ikmal ederek kıyamda durun demektir. Bu açık hakikatleri görebilen basiret sahihleri, (bu inceliği) iyi anlasın.

Muhakkak olan bir şey var. O da; işlerin en mühimmi, kalblerdeki sırları temizlemektir.

Zira Peygamber (s.a.v.) efendimizin bir hadîs-i şeriflerinde : اَلطَّهُرُ نِصْفُ الْاِيماَنِ

Manası

«Temizlik imânın yarısıdır* (16) buyrulmaktadır Bu Hadîs-i Nebevîdeki murad (ın yalnızca zahiri temizliğin olması aklen) uzaktır. İçini harap vaziyette ve pisliklerle dolu olarak bırakıp dışını su ile temızliyerek çalışmak... Heyhat!! Bu anlayış, kasd mânâdan ne kadar uzaktır.

Temizliğin mertebeleri dörttür :

a)Dısını manevî ve maddî pisliklerden temizlemek,

b)Uzuvlarını suçlardan ve günâhlardan temizlemek,

c) Kalbi, kötü ahlâktan temizlemek,

d)Sırrı, Allah'tan gayrisinden temizlemektir.

Sonuncusu; Peygamberlerin, velîlerin, salihlerin ve sıddîklerin temizliğidir.

Sen, dışını zahirî pislikten temizlediğin zaman kalbini de temizlemekten gaflet etme. Önce tevbeye ve eksik bıraktığın şeylere nedametle temizlenmeye; gaflet gösterdiğin şeylere, irtikâp ettiğin suçlara, gelecekte de yapılması vacip olan hususları, terk etmeye kesin olarak karar verdiğin vazifelere karşı ağlamaya; hakikî hidayetin başlangıcı olan mücâhede (17) yolunu bilmeye çalış.




(12) Yakîn : Hüccet ve burhanla değil, imân kuvvetiyle bir şey'i açıkça görmektir. Diğer bir tâbirle, kalbin saf ası üe gaybi müşahede; fikrî muhafaza ile sırrı mülâhaza etmektir.

(13) Burada zatdan murad, rahmet ve fazl-ı ilâhîdir.

(14) İbni Mace, c. I, 1523 rakamlı hadîs.

(15) Sûre-i Bakara, 238.

(16) Feyzü’l-kadir, c.V, s.290

Not Kitabta ve ihyaü’l- ulum c. 1/94 de (nısfü’l- iman) olarak geçmektedir. Müslimde ve bir çok hadis kitaplarında (nısf) yerine (şatr) zikredilmiştir.

(17) Mücahede : Nefsi, vücudla ilgili meşakkatlerle yormak ve nefsânî heveslere muhalefette bulunmakt



4 Kalbin Marifeti

Kalbin marifeti; sıfat ve hallerini bilmek, dinin aslı ve sâlihler yolunun esasıdır. Kul, mârifeti

ilâhiye ile kabiliyet kazanır, diğer uzuvları ile değil... Namaz, kalbleri temizlemesi ve bezemesi itibariyle, ibadetlerin şeref ve faziletçe üstünü, (sevabca) en büyüğü ve kâmilidir. Ruhların yükselmesi ve kemâle ermesi, Yüce Allah'ın zikrine devam ve huzurla Kur'ân okumakladır.

Zira Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur : اِنَّ هَذِهِ الْقُلُبَ لَتُصْدَ أُ كَمَا يُصْدَأُ الْحَدِيدُ قَيلَ وَمَا جِلاَئُهاَ يَارَسُولَ اللهِ قَالَ كَثْرَةُ ذِكْرِ اللَّهِ تَعَلَى وَتِلَاوَةُ الْقُرْانِ

Mânâsı :

«Hakiykat, demirin paslandığı gibi kalbler de pas tutar.»

Ashab tarafından :

— Ey Allah'ın Resulü, onun cilâsı nedir?, denildi.

Resûl-i Ekrem :

— Allah Teâlâyı çok zikretmek ve Kur'ân okumaktır, (18) buyurdu.

Kalb, Allah'tan gayrisine meyi etmekten salim kaldığı vakit, Allah katında makbul olur. Allah'dan gayri (şeylerin sevgisin) e dalıp gittiği zaman Allah'ın rızasından perdelenmiş bir halde kalır. Kalb, temiz kaldığı zaman, Allah'ın rızasına yaklaşmaya kabiliyet kazanır. Kirlendiği zaman da şekavete düşer, hüsranda kalır.

Kalb, hakikatte, Allah Teâlâ'ya itaatkârdır. Ancak onun ubudiyet sıfatlarından âzâlara nurlar yayılır. Kalb (bozulduğu zaman) Allah'a isyan ve kötülükte İsrar eder. Kötülüklerden uzuvlara geçen şey, kalbin eserleridir. Zira her mayi, içinde durduğu kaba bulaşır. Allah'ın huzuruna selîm bir kalble gelenden başkası kurtulamaz.

Hâsılı kelâm (şudur) : Kalbin huzuru, namazın ruhudur. Bunun en azı da tekbir vak-tindeki huzurdur. Bundan azı helake sebepdir. Bundan daha fazla olunca ruh, namaz içinde ferah duyar.

Hareketsiz ne kadar canlı vardır ki ölüye yakm (bir durumda) dır. Gafilin namazı, —tekbirden başka— her yerinde kıpırdamayan canlı gibidir. Allanın yardımını ve (böyle fena duruma düşmemek için) tevfikını dileriz.

Huzur, kalble münâsebeti olan ve ilham veren şeylerin gayrisinden kalbin boşalmasıdır. Kalb temizlenince; bilgi, iş ve söze yakın olur.

Düşünce, bu ikisinden başkasına çevrilemez. Fikir, bunlardan gayriye dönse de gene onun içinde olur. Bir kimsenin meşgul bulunduğu şey'in zikri, kalbinin içinde hâsıl olur. Kalbin huzuru, (ibadetle ilgili) şeylerden gaflet gösterilmediği zaman tahakkuk eder. Fakat sözün mânâsını anlamakla ilgili emir, kalb huzurunun da ötesindedir. Çok kere kalb, lâfızla beraber bulunur da mânâda hazır olmaz. Lâfzın mânâsmı anlamaktan maksat, o mânâyı kalbin kuşatmasıdır. Bu, halkın farklı bulunduğu bir makamdır. Zira bazı kimseler, Kur'ân-ı Kerîm'in ve teşbihlerin mânâlarını anlamakta ortak (bir kabiliyet ve bilgiye sahib) olmaz.

(18) Râmuz, 134.




5 Namazı Kılanın Anlayacağı İnce Mana

Bir kimse, namaza durmazdan önce anlıyamâdığı, bir çok ince mânâları namaz kıldığı sırada anlar. Bu sebeple namaz, (insanı) zinadan ve îslâm dinine aykırı şeylerden alıkor. Gafillerin namazı, sahibini, bu fenalıklardan alıkoyamaz. Zira namazın hakikati, (Allah'ı) zikreden kalbin huzuru ve fikirle sıfatlanan murakabe ile tahakkuk eder.

Namazdaki zikir, gafleti kovar ki o «Fahşâ» diye anılmış olan şeydir. Fikir de, zem olunmuş havatırı (19) tard eder ki, (kitab-ı ilâhide) «münker» diye geçen şeydir.

Bu (şekilde kılman) namaz, sahibini, ibadetin içinde kötülüklerden alıkoyduğu gibi namazın dışında da kendi işini (değerli bir şeymiş gibi) görmek ve karşılığını istemek gibi (akla ve dine aykırı) şeylerden muhafaza eder.

Denildi ki : Bu şekilde kılman namaz, arifler (20) in gözünün nurudur. Çünkü bu namaz müşahede üzerine kılınmıştır.

Namaz, —farz veya nafile olsun— bedenle ilgili ibadetlerin faziletçe en üstünüdür. Çünkü fenalıkların hepsinin kaynağı bulunan nefsin ıslâhında namazın büyük bir te'siri vardır.

Yüce Allah bir hadîs-i kudsîde buyuruyor ki : َبِالْفَرَائِضِ نَجاَمِىِّ عَبْدِى وِبِالنَّوَافِلِ يَتَقَرَّبُ اِلَىَّ

Mânâsı :

«Kulum, farzlarla ben (im azabım) dan kurtulur, nafilelerle bana. yaklaşır.» (21)





(19) Havâtır : Kalbe gelen bir hitap olup şu kısımlara ayrılır :

a) Rabbânî olur. Buna «inayet ve lûtf-ı ilâhî» adı verilir.

b) Melekin kalbe bırakması suretiyle olur. Buna «ilham» adı verilmektedir.

e) Şeytanın kalbe atması ile olur. Buna «vesvese»denilmektedir.

d) Nefsânî olur. Buna da «hatır» ismi verilmektedir.

Rahmani olan; Rahmet ile gelirse kalbde «Ünst; azametle gelirse «Heybet»; Hikmetle gelirse «sükûn» bırakır. Melekî olan hatır; mübeşşir olarak gelirse kalbte «best» hâli, münzîr olarak gelirse «kabzı hâli, münebbih olarak gelirse «ilim» bırakır.

Şeytanî olan hatır; günâha teşvik eder, fakirlikle korkutur ve fuhşu emreder.

Nefsânî olan hatır, insanı boş emellere, şehvanî arzulara ve kötü huylara davet eder.


(20) Arif : Düşünmeye hacet kalmaksızın gördüğünü bilen ve anlayan kimseye denilmektedir. Arif, zevk ve maneviyat yolu ile irfana sahiptir.


(21) Müsned-i Ahmed b. Hanbel c. VI, s. 260'da bu met ne yakın bir hadîs mevcuttur.


6 Namazın Mertebeleri

(Şu hususu) bil : Namaz, bir takım mertebeler üzerine tertip olunmuştur :

Bedenin namazı, malûm olan rükünleri dosdoğru yapmaktır.

Nefsin namazı, havf ve recâ (22) haletleri arasında, sükûnet ve tevâzû ile eda edilmesidir.

Kalbin namazı, huzur ve murakabe ile kılınmasıdır.Sırrın namazı, münâcat ile; ruhun (23) namazı ise müşahede iledir.

Hafi mertebesindeki kimsenin namazı, sevinç ve (ilâhî) latifelere nail olmak suretiyledir.

Yedinci makama mahsus bir namaz tarzı yoktur. Zira o makam, vahdette fena (24) ve mahabbet-i sırfa makamıdır.

Sûrî namazın son bulması, yakînin sureti bululan ölümün zuhura gelmesi iledir.

Hak Teâlâ buyuruyor ki : وَعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَاْتِيَكَ الْيَقِينُ

Mânâsı :

«Sana ölüm gelesiye kadar Rabbine ibadet et.» (25)

Hakikatte namazın son bulması ise, fenâ-i mutlak iledir. O, Hakku'l - yakın (26) derecesidir. Bu namazlardan her biri, kendi mertebesinde şahsı kötü işlerden alıkor.





(22) Havf ve Reca : Havf, haramdan daha aşağı derecede ger'an yasak

olan şey'i islemekten sakınmaya denir. Reca, taleb olunan sevimli bir sey'in husulüne kalbin taallukudur. Bu kelime ye'sin zıddıdır. Recânın üç derecesi vardır

a) Güzel bir şeyi işleyip kabulünü ummak,

b) Bir günâhtan tevbe edip kabulünü ümid etmek,

c) Günahta devam etmekle beraber yarlığanmasını reca etmektir.

Bu sonuncuya recâ-i kâzib adı verilmektedir. Tasavvuf yolunun sâliki, hafv ve reca arasında bir yaşayış tara takib etmelidir. Süleyman-ı Dârânî Hazretleri demiştir ki : «Kulun havf ile recâ arasında bulunması gerekirse de, kalbinin dâima korku ile çarpması daha muvafıktır».

(23) Ruh : Canlılarda ve bu cinsin en kâmili bulunan insanda hayat maddesi olan ulvî unsurdur Ateşin kömüre; suyun yeşil bir filize sereyânı gibi bedenin her tarafına sâridir. Sofiyyûn, ruhu .Müdrik ve âlim olarak insanda mevcut bir lâtifedir ki ruh-ı hayvaniye râkibtir» diye tavzih etmişlerdir.

Bu manâdaki ruh, âlem-i emirden inmiş olup akıllar onun künhünü anlamaktan âcizdir.

(24) Fena : Yok olmak ve yokluk manâsına olup, tasavvuf ıstılahında eşyanın nazardan silinmesi manasınadır.

(25) Sûre-i Hicr, 99.

(26) İlmü'l - yakin, fikir ve nazardan meydana gelen ilme denilir. Aynu'l - yakin, açıkta hâsıl olan bilgiye isim olmuştur. Hakku'l - yakin, bu ikisinin birleşmesinden doğan bilgiye denilmektedir.



7 Namazı Terk Etmenin Manası

Zikirle ve huzuruna durmak suretiyle, Allah'a yönelmeyi terk etmektir. Bu husustaki esas, kâmil surette bir uyanıklıktır. Bir şahıs, gaflete düştüğü vakit hayat damarı kopar ve —bu sebeble— namazı geçirir. Bu, zikirde gafil olan zümreye nisbet olunmuştur.

Salât-ı dâimede olanlara gelince, ölüm onların zahiri varlıklarına arız olur. Yoksa iç âlemine gelmez. Bu kimseler, ölümle bir haneden diğer bir eve nakü yaparlar. Eserlerde bahsi geçen ve akla gelen de budur.

Peygamber (s.a.v.) efendimiz buyuruyor ki: كَمْ مِنْ قاَئِمٍ حَظُّهُ مِنْ صَلاَتِهِ اَلتَّعْبُ وَالنَّصَبُ

«Namaz için ne kadar ayakta duran vardır ki namazdan nasibi zahmet ve yorgunluktur.» (27)

Bu hadîs-i şerif de ancak gafil kimse kasd olunmuştur.

Yine bir hadîs-i şerifte buyrulmaktadır ki :

لَيْسَ لِلْعَبْدِ مِنْ صَلاَتِهِ اَلاَّ مَا عَقَلَ مِنْهَا

«Kulun namazdan (kazandığı ecir) ancak aklı ererek kıldığıdır.» (28)

Namaz kılana yaraşan, bilginin söze ve işe yaklaşması (bildiği ile âmil olması) dır. Huşu, huzur ve namazın hayatı ancak bu şekilde hasıl olur.




(27) İhyâu Ulumi'd - Dîn, c. h s. 116.

(28) îhyâu Ulumi'd-Dîn, c I. s- U8-

8 Niyetin Devamı

Abdestin evvelinden itibaren, namaz için olan niyyetinin devamı, abdestin bâtınî mânâ-larmdandır. Zira niyyet, her türlü işte asıldır. Bu hususta

Peygamber (s.a.v.)'in hadîs-i şerifi de bulunmaktadır : اِنَّمَاالْاَعْمَالُ بِالنِّيَاتِ

«Ameller (in sıhhati) ancak niyyetlere göredir...» (29)

(29) Buhârî ve Müslim.



9 Abdeste Elleri Yıkamak

Abdestde elleri temizlemekte, ruhu günâhla kirlenmekten ve kalbi kötü sıfatlara bulaşmaktan temiz tutmanın lüzumuna işaret vardır.

Yüzü yıkamakta, himmet yüzünü dünya sevgisi zulmetinin kirinden temiz tutmaya işaret bulunmaktadır. Zira abdest, hakiykatde, müstakil bir ibadetdir. Kul, onunla Allah Teâlâ'nın gayrisin (e köle olmak) dan ayrılır, Azîz ve Gaffar (yarlığaması çok olan) ME-LÎK'in huzuruna girmeye hazırlanmış olur



10 Setr-i Avretteki İnce Mana

Setr-i avretin mânâsı, vücudunun çirkinliklerini halkın gözünden örtmektir.

Hiç şüphesiz vücudun zahiri, halkın baktığı bir mahaldir. Azîz ve Celîl olan Rabbinden başkasının muttali olamadığı gizli hallerini açığa çıkmasında hâlin nice olur? Bunu düşün ve o rüsvaylıkların kalbinde yok edilmesini hazırla ve bunların örtülmesini de nefsinden iste.

Şu muhakkaktır : Allah'ın basar-i ilâhisinden (kusurları) gizleyebilecek hiçbir şey yoktur. Bu hususları ancak nedamet, hâyâ, (Allah'tan) korkmak ve ağlamak örter. Bunlarla nefsini zelil eder ve Halikının rızasını, kalbleri temizlemesi ve bezemesi bakımından, ibadetlerin en şereflisi ile ister, kalbini utanç altında gizliyerek Yüce Allah'ın huzurunda durursun.



11 İstikbal-i Kıble

Yüzünü kıbleye dönmeye gelince, yüzünün zahirini diğer cihetlerden çevirip Yüce Allah'ın Beyti istikametine döndürmektir. Senden istenen, kalbi diğer işlerden ayırıp Allah'ın emri istikametine çevirmek değilmiş gibi bir zanna kapılmaktasın). Heyhat! Senden bunun gayrisi bir şey istenilmiş değildir.

O halde, kalbinin yüzü vücudunun yüzü ile birlikte (ibadete yönelmiş) olsun. (Şu ciheti iyi) bil : Yüz, diğer yönlerden çevirilmedikçe Beyt-i Şerife dönmüş olamıyacağı gibi, kalb (masiva)dan boşalmadıkça Allah (Azze ve Celle)'ye dönmüş olmaz. Azîz ve Celîl Allah'ın huzurunda bulunduğunu hiç unutma. Allah Teâlâ senin durumuna muttalidir. Bak artık (iyi düşün), kim, nasıl ve ne ile kurtulur?

Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur .

اِذاَ قَامَ الْعَبْدُ اِلَى صَلاَ تِهِ فَكَانَ هَواَهُ وَوَجْهُهُ وَقَلْبُهُ اِلىَ الّلهِ تَعَلىَ عَزَّ وَجَلَّ اِنْصَرَفَ كَيَوْمِ وَلدَتْهُ اُمُّهُ

Mânâsı :

«Kul; namazını kumaya kalkınca nefsi, yüzü ve kalbi ile birlikte Azîz Ve Celîl olan Allah'a yönelirse anasından doğduğu gündeki gibi (temiz olarak namazdan) ayrılır.» (30)

(30) İhyâu Ulumi'd - Dîn. c. I. s. 121.



12Tekbirin Beyanı

Namaz kılan, iftitah tekbirini alınca îblis on (a zarar yapmak) dan perdelenir. O kimse, Kerîm olan Allah'ın zâtına yönelir. Onun kalbinde olana (yanındaki) melek muttali olur. Kalbinde Allah'tan gayri bir şey bulunmadığı zaman, melek (şöyle) der : «Sen dilinle söylediğin gibi kalbinle de Allah'ı tasdik ettin.»

O kimsenin kalbinde parlayan nur, Arş'ın saltanatına kadar ulaşır. Bu nur ile kendisine göklerin ve yerlerin melekûtu (31) açılır ve kendisine bu nur büyüklüğünde sevap yazılır.




(31) Melekût: Ervah ve nüfusa muhtaa olan gayb âlemi.



13 Kulub-i Safiye

Kalıpların kemâli sebebiyle edebini kâmil kılan «kulûb-i safiye», semavî (yüceliğe nail) olur, iftitah tekbiri ile namaza girdiği gibi (yükselerek) semâya girer.

Peygamber (s.a.v.) اَلصَّلاَةُ مِعْراَجُ الْمُؤْمِنِينَ

«Namaz, mü'minlerin miracıdır» hadîs-i şerifinden murad (olunan mânâ da) budur.

Namazda miracın sırrı, kalblerin miracı olup, şahısların ve vücutların miracı değildir. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır :

اِنَّ مِنْ خِيَارِ اُمَّتىِ قَوْماً يَضْحَاكوُنَ جَهْراً مِنْ سِعَةِ رَحْمَةِ اللّهِ وَيَبْكوُنَ سِراً مِنْ خَوْفِ عَذاَبِهِ اَبْداَنُهُمْ فِى الْاَرْضِ وَقُلوُبُهُمْ فِى السَّماَءِ اَرْواَحُهُمْ فِى الدُّنْياَ وَعُقُولُهُمْ فِى الْاَخِرَةِ يَتَمَشَّوْنَ بِالسّكِينَةِ وَيَتَقَرَّبُونَ اِلىَ اللهِ بِالْوَسِيلَةِ

Mânâsı :

«Ümmetimin hayırlılarından bâzı kimseler vardır ki —Allah'ın rahmetinin genişliğinden— arktan gülerse de azabının korkusundan dolayı, gizli gizli ağlarlar. Vücudlârı yerde, kalbleri de gök(ler)dedir. Ruhları dünyâda, akılları âhirettedir. (Yer yüzünde) sekine (31) ile yürürler, vesile (32) ile Allah'a yakın olurlar. (33)

Buradaki yakınlıktan maksat, manevî derece ve şeref olup mesafe ve mekân yakınlığı değildir. Allahü Teâlâ, gök yüzünü şeytanların tasarruf ve tasallutundan korumuştur. Kalb de semavî olduğundan, şeytan için ona tesire yol yoktur.



(31) «Sekîne = Kalbde bir nurdur. Kalb o nûr üe sükûnet bulur, mutmain olur.» Ruhu'l - Beyân, c. IX.

s. 12.

(32) Vesîle: «Vesile ulema-i hakikat ve tarikat şeyhleridir.» Ruhu'l - Beyân, c. II, s. 388.

(33) İhyâu'l - ulûm, c. I. s. 57.

14 Tekbirde Elleri Kaldırmak

îftitah tekbirinde elleri kaldırmakta, niyyet ve düşüncelerini dünya ve âhiret (heveslerin) den uzak tutmaya işaret vardır.

Tekbir; kulun, Cenâb-ı Hakkı —her şeyden büyük olması cihetiyle— kalbinde istek, sevgi ve izzetle tazim etmesidir.

Niyyetin iftitah tekbirine yakın olarak atamasında, istekte niyyetin doğruluğuna işaret vardır. Böyle olunca, niyyetin Cenâb-ı Hakkı tekbir ve tazim ettiğimiz zamana yakın olması uygun olur. (Namazda) Allah'tan başkasın(ı hatırlayarak) bir şey isteme. Dilinin söylediğini kalbin yalanlamasın. Azîz ve Celîl olan Alah'ın huzurunda bulunduğunu bil. Allah senin durumuna vâkıftır. Bu hâlinde (Kur'ân «knman ve) Allah'ı zikretmen, Azîz ve Celîl Allah'ın huzurunda sana suâl arz (edilip aba çekildiğin) sıradaki duruşun korkuşa olsun.



15 Sağ Eli Sol Elin Üzerine Koymaktaki Hikmete İşaret

Sağ eli, sol elin üzerine ve her ikisini göbeğin alt kısmına koymakta kulun, Halikı huzurunda ikâme ettiği ibadetin çürüklüğüne ve kalbi Allah'tan başkasının sevgisinden korunmaya işaret vardır, Kur'ân okumaya başlamakta, Hakkın gayrisini talep etme şirkinden temiz olarak Hakk'a yönelmenin lüzumuna işaret vardır.

Fâtiha'nın vâcib oluşunda, okunmasında ve onsuz namazın caiz olmayışında; kulun, âlemlerin Rabbine hamd, sena ve şükür ile Rubûbiyet lütûfları rayihalarının kendine arzım istemesinin hakikatına işaret vardır.

Hidayeti istemeye gelince; o, ilâhî cezbelerdir ki kul, onunla (ilâhî lütûfların kendine) arzına; namazda, kalbinin Allah'a yönelerek, münâcât makamının cezbesine tutulmasına, Yüce Mevlânın gayrisinden ayrılıp, Allah kelâmını okumaktan tad almaya kabiliyet ve istidat kazanır.



16 Fatiha

Fatiha, «Seb'ul - mesânî» ve Kur'ân-ı azîmdir. O'na seb'ul - mesânî, adı verildi. Çünkü bu sûre bir defa Mekke'de bir defa da Medine'de olmak üzere Resûl-i Ekrem'e iki defa inmiştir. (34)

Resûlullah (s.a.v.) için Fatiha'yı her okuyuşunda —uzun zaman geçmekle beraber— başka bir mânâ hâsıl olurdu. Bu, Fâtiha-i şerifimin mânâlarındaki sırlara işarettir.

Resûl-i Ekrem'de olduğu gibi, onun ümmetinden namaz kılan ehl-i hakikate de Fatihanın esrarından (hayret verici mânâlar) inkişaf eder. Ümmetlerine, her Fatiha okuyuşta onun feyz ve nûr denizinden inciler saçılır ve münâeât lezzetleri(ni duyar).

Peygamber (s.a.v.) buyuruyor ki : اِذاَ صَلَّيْتُ فَصَلِّ صَلاَةَ مُوَدِّعٍ

Mânâsı :

«Namaz kıldığın zaman, (hayata) veda eden kimsenin namazı gibi (ihlâslı elarak) kıl» (35)

Namaz kılan, kalbiyle Allah (in rızâsın) a seyr (36) etmekte olduğundan nefsinin (37) hevâsına, (38) dünyaya ve Allah'tan gayri her şeye veda eder.

Salât (kelimesi) lûgatta «duâ» (mânâsına) dır. Bu itibarla namaz kılan kimse, uzuvlarının tamamı ile Allah Teâlâ'ya duâ etmektedir. Sanki onun uzuvlarının tamamı dil olmuş, zahir ve bâtın (müşterek) olarak, duâ etmektedir. Zahir, tazarrûda bâtına iştirak eder. Bu (müşterek) hey'etlerde tevâzû gösteren ve muhtaç olarak isteyen bedenin tamamı ile duâ ettiğinde Mevlâsı kabul eder. Çünkü O, bunu va'd edip şöyle buyurmuştur : اُدْعُنىِ اَسْتَجِبْ لَكُمْ

Mânâsı :

«Bana duâ edin, size icabet (duanızı kabul) edeyim.» (39)

(İsteklerinde) doğru olan ve kime duâ ettiğini bilen kimse, Allah'a yakın nuru ile hacetini arz eder. Bu halde duâ edince perdeler yırtılır; duâ, Allah'ın huzuruna hacetinden geniş olarak durur.

Yüce Allah, Fâtiha'yı indirmek ve namaza tahsis etmek suretiyle (yapılan) bu münâcatı, sadece bu ümmete mahsus kılmıştır. Duâ, daha çabuk kabul olsun diye Fâtiha'da (hamdü) sena, duadan önce gelmiştir. Bu, duanın nasıl yapılacağının ve bir kitap yazmadaki usulün Allah tarafından kullarına bir talimidir.





(34) Fâtiha'nın Mekke'de nazil olduğuna dair rivayetler ekseriyettedir. Ancak Medine'de indiğini söyleyenler de vardır. Nasr b. Muhammed b. İbrahim, tefsirinde, bu sûrenin hem Medine'de hem de Mekke'de nazil olduğunu nakletmistir. (Kurtubî, 1/115)

35) İhyâu'l - ulûm, c. I, s. 124.

36) Seyr : İntisap edilen tarikatte, o yolun müessisinin vaz'ettiği usûl dairesinde yürümektir.

37) Nefs : Şehvet ve gadabin mebdei olan kuvvei nefsâniye; kulun ahlâk-ı merdûdesine verilen isimdir.

(38) Heva : Nefsin, tabiatının iktizasına meyi etmesi ve ulvî cihetten yüz çevirip süflî tarafa yönelmesidir.

(39) Sûre-i Mü'min, 60.



17 Tekbirde Ellerin Kaldırılması PDF Yazdır E-posta
İnce Kitaplar - Ruhus-Salat

Bir kul, namaza başlamak için ellerini kaldırdığında iki elini her iki âlemden yıkamış ve bu âlemleri arkasına atmış olarak «Allahü Ekber» deyip Celîl olan Allah'ın huzuruna durmuş ve kendini hakir görmüş olur.

Allah'ın azameti yanında hiçbir şey (in değeri) yoktur. Azâz ve Celîl olan Allah buyuruyor ki :

إِنَّ الَّذِينَ عِنْدَ رَبِّكَ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِهِ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ

Mânâsı :

«Şübhe yok ki Rabbinin katındakiler ona kulluk etmekten asla kibirlenmezler, onu tesbîh ve yalnız ona secde ederler.» (40)

Kelâm-ı ilâhîde mukarreb meleklerin ve sâlih kulların, Rableri katında bulunduğu ifade edilmektedir. Bu yakınlık, mesafe ve mekân itibariyle değil, şeref ve derece cihetiyledir.

Bunlar, emrolundukları şekilde, ihlâs ve huşu ile ibadetlerini yaparlar, Cenâb-ı Hakkı tesbîh ederler. Bu âyet-i kerîmede, diğer mükelleflere ilâhî bir ta'riz bulunmaktadır.

(40) Sûre-i A'râf, 206, (Dikkat: Bu âyet secde âyetidir.)



18 Kıyam Ruku Ve Secdede İncelik

Kıyam, rükû ve secdede —ervah âleminden geldiği gibi— hem ervah âlemine ve hem de gayb meskenine dönüşe işaret vardır.

Okuyuş sırasında, hibe olunmuş (ruh) ile bu mukaddes mertebede bulunur ve Cenâb-ı Hak ile, (onun kelâmını okuyarak), konuşmuş ve mukaddes mahalden hitap etmiş olur. Bu münâcattan ve bu huzurdan manevî zevk alarak kıraet(i- Kur'ân)dan feyz (41) alır. Cesedinin tamamı, bu zevklere dalmış ve sarılmış, (Vücud) kalıbı (nı)n tamamı, dile gelmi olur. Bu nisbet —büyük ve geniş olmakla beraber— kemâlâta tâlîk ve bilhassa müşahed olunan Kabe'nin hakikatine nisbet edilmi olur.

Rükûa eğildiği vakit, huşûun sonuna varıda manevî yakınlığın fazlalığından, teşbihler okurken başka bir şerefle mümtaz olur. Şübhe siz, eriştiği bu nîmet üzerine, başını rükûdan kaldırırken, hamd eder ve rükû edenlerle birlikte Hak Teâlâ'nın huzurunda kırılmış (gönü ile) durur. Gayp alemindeki meleklere ve şühûd âleminde mevcud sâlih kullar (ın ulaştığ sırlar) a nail olabilmek için vücudunu bezleder.



19 Kavmeyi Eda Etmenin İnceliği

Kıyamdan secdeye gitmek, tevazuda en yüce mertebeye ulaşmaktır. Hangi şey secde vaktinde hâsıl olan manevî zevkten daha açık olabilir? O kadar ki akü bu zevki anlamakta acze düşer.

Ancak, anlayan kimse için, namazın hülâsası; secde, huzûr-i ilâhîde halvet, huzur ve rızaya vuslattır. Allah Teâlâ'nın : وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ

Mânâsı :

«Secde et yaklaş» (42) kelâm-ı ilâhisi buna işaret etmektedir. Secde ve namazınla, üstünlük taslamadan, bu vazifene devam et ve secde ile Rabbine yaklaş. Bir hadîs-i şerifte şöyle varid olmuştur : اَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ فَاَكْثِرُوا مِنَ الدُّعَاءِ فِى السُّجُودِ

Mânâsı :

«Kulun Rabbişine en yakın olduğu hâl, secdede bulunduğu vakittir. Secdede duayı çok yapınız.» (43) Diğer bir hadîs-i nebevide de buyrulmaktadır ki اَلسَّاجِدُ يَسْجُدُ عَلىَ قَدَمِي اللّهِ

Manası

«Secde eden, Allah'ın iki kademi (celâl v cemâli) karşısında secde eder.»

Bu izahattan hâıl olan netice şudur : Secde eden, kendisini kâinatın tamamından aşağı indirip tevhîd ve ihlâs eşiğine düşürmüş de mektir. Azîz ve Celîl olan Allah, şöyle buyuırmaktadır :

ذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاء وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَ

Mânâsı :

Onlar, Allah'a onun dininde ihlâs (\ samimiyet) erbabı ve muvahhidler olarak ibı det etmelerinden başkasıyla emr olunmamışlardı.» (44)

Kul, ihlâs ile (ibadet yaparak) şeytan: şerrinden korunmuş olur. Bu hususta, şeyt nın durumundan bahsedilerek, şöyle buyrulmaktadır : لَاُغْوِيَنَّهُمْ اَجْمَعِينَ اِلاَّ عِبَادَكَ مِنْهُمُ صِينَالْمُخْلَ

Manası:

Onların hepsini, toptan, muhakkak ki azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna.» (45)

Bir hadis-i Kudside de şöyle buyrulmaktadır. اَلْاِخْلاَصُ سِرٌّ مِنْ اَسْراَرِى اِسْتَوْدَعْتُهُ فىِ قَلْبٍ مِنْ اَحِبِّ عِباَدِى

îhlâs, benim sırlarımdan bir sırdır ki onu, kullarımdan en sevimlisinin kalbine korum. (46)

(Ey mü'min, şu hakikati iyi) bil : Secde, tevazûun son noktasıdır. Secde, ancak noksanı ıslâh mevkiinde meşru kılınmıştır. Küffara muhalefet ve Müslümanlara uymak için yapılan sehiv secdesi ile şeytana muhalefet için ifâ edilen tilâvet secdesi gibi...

Resûlullah (s.a.v.) tilâvet secdesinde şöyle duâ ederdi : سَجَدَ وَجْهىِ لِلذِى خَلَقَهُ وَصَوَّرَهُ فَاَحْسَنَ صُراَتَهُ وَشَقَّ بَصَرَهُ بِحَوْلِهِ وَقُوَّتِهِ فَتَباَرَكَ اللّهُ اَحْسَنُ الْخَلِقِينَ اَللّهُمَّ اكْتُبْ لىِ بِهاَ اَجْراً وَضَغْ عَنىِّ بِهَا وِزْراً وَاجْعَلْهاَ لى عِنْدَكَ ذُخْراً وَتَقَبَّلَهَا مِنىِّ كَماَ مِنىِّ تَقَبَّلْتَ مِنْ عَبْدِكَ داَوُدَ عَلَيْه السَّلاَمُ

Mânâsı :

«Yüzüm (ü) yaratan ve güzel olarak sûre veren, kudretiyle gözü (mü) açana secd< etdi(m). (Bu cümleyi —birkaç defa— tekrarlardı.)

«Suret yapanların en güzeli olan Allah'u şânı (bak) ne yücedir.» (47)

«Yâ Allah, benim için ilâhî katında ecir yaz. Bununla üzerimden (günah) yükünü indiriver. Bu secdeyi, nezdinde, bir azık kıl. Dâvûd aleyhisselâmdan kabul ettiğin gibi, bunu ben den kabul eyle.» (48)

Şu ciheti iyi bil : Âdem oğlunun namaz daki hallerinden şeytan üzerine secdeden dahi ağır gelen hiçbir şey yoktur. Zira şeytanu merdut olmasını intâc eden hata, secdeyi terk etmesidir. Hâl böyle olunca, secdenin çok yapılması ve uzatılması, şeytanı mahzun ve Rahmanı hoşnud eder.Kalb, «Namaz, mü'minin miracıdır» (49) hadîs-i şerifi gereğince, semavî (yücelmeye mâlik) değilse insan, kılmış olduğu namazında geytanın tecavüzünden korunmuş değildir. Secde hâli bundan müstesnadır. Namaz kılan, secdeye vardığında (onu gören) şeytan, isyanını hatırlar da mahzun olur. Kendi nefsi ile meşgul olarak senden uzaklaşır. Bu sebeple Peygamber (s.a.v.) efendimiz şöyle buyurmaktadır :

اِذَا قَرَأَبْنُ اَدَمَ السَّجْدَةَ فَسَجَدَ اِعْتَزَلَ الشَّيْطَانُ يَبْكِى وَ يَقُولُ يَا وَيْلَتَا اُمِرَ ابْنُ اَدَمَ بالسُّجُدِ فَسَجَدَ فَلَهُ الْجَنَّةُ وَاُمِرْتُ باِلسُّجُودِ فَاَبَيْتُ فَلِىَ النّارُ

Mânâsı :

«Ademoğlu, secde âyetini okuyup da secdeye vardığında şeytan, ağlıyarak, uzaklaşır ve "Eyvahlar olsun! Âdemoğlu, secde ile emrolundu da secde etti. Ona Cennet (verileceğine ilâhî va'd) var. Ben ise secde ile emr olunmuş idim de dayatmış (ve secde yapmamışdım. Bana da Cehennem var" der.» (50)

Secdede kalbten geçen şeyler, ya Rahminîdir, yâ melekîdir, yahud nefsânîdir. Şeyta için (secdede) kalbe vesvese yapmaya yol yoktur.

Namaz kılan kimse, secdeden kalktığında şeytandan bu hâl kaybolur da üzüntüsü gider (ve ona vesvese ile) meşgul olmaya başla Şayet kıyamı huzur ve huşûa; kalbi de kıyamı kırâet, rükû ve secdelerde Arş cihetine dönük olur ise Allah Teâlâ'nın :

«Secde et yaklaş» (51) buyurduğu gibi tekbirlerde ve kırâette âhireti hatırlamakla meşgul olarak Allah Teâlâ'nın kendine nazar ettiği ve kalblerde dolaşanları bildiğini muraka edecek olursa bu takdirde ondan vesvese kesilir.

Bu mülâhaza, vesveseyi uzaklaştırmakta, kalb için bir tedavi olur.

Bundan sonra, (kul) o derece (Allah'ı) ta'zim eder ki, kalbinde Allah'tan daha büyük ve daha sevimli bir şey olmaz. Nefsinde (kendini) o kadar küçük tutar ki yoklukta, zerreden daha küçük olur.

Kur'ân okuyuşunda, kırâeti kalbine duyurur ve okuyuşunda sanki Allah'tan dinliyormuşcasına müşahede eder veya Allah'ın huzurunda tam bir haşyetle beraber okur. Namazdan (selâm verip) çıkınca, namazdaki kalb huzuru hâline (tekrar) dönerse sanki dâima namazda gibidir.

Namazın dışında mü'minin düşüncesi, nefsinin hevâsını kovup Allah Teâlâ'nın birliğini isbat etmek olmalıdır. Tevhîdden maksat da budur.

Tevhîdden daha faziletli hiçbir şey yoktur. Bu sebeble tevhîd, (Allah tarafından kula) yüklenilmiş vazifelerin ilki olmuştur. Tevhîd kabul edildikten sonra namaz, daha sonra oruç ile mükellef olur. Çünkü bunlarda (insan) tabiatım ıslâh yolu vardır.

Bunları takiben zekât ile mükellef olur. Zekâtta, cimrilikle hırsı gidermek ve nefsi ıslâh vardır. Daha sonra hac ile vazifelendirilir. Hacda bir cihetten (insan) tabiatın (in), malını harcamak cihetinden, faydalanması vardır.

Üç evvelkiler (Tevhîd, namaz ve oruç), öne alındı. Çünkü bunlar, zengin ve fakirin hepsine (emredilmiş) tir. Zekât ve hacca gelince, fakirler bu mükellefiyetten selâmette kalmışlardır.

Namaza devamda imamlık yapmak, namazı Hakka (yükselmekte) miraç kılman ve (cemaattaki üstün) derece ile yükselmeye devam ederek —âhirette müşahede edeceğin gibi— Hak Teâlâ'yı müşahede edesiye kadar yücelmeye devam etmendir.





(41) Feyz : Nefsi insaniye vâki olan manevî ilkâata, fey adı verilmektedir.

(42) Sûre-i.'Alâk, 19. (Dikkat: Bu âyet, secde âyetidir.

(43) Feyzü'l - kadîr, c. II, s. 68.

(44) Sûre-i Beyyine, 5.

(45) Sûre-i Hicr. 39 - 40.

(46) Risâle-i Kuşeyriye, 113.

(47) Sûre-i Mü'minûn, 14.

(48) Tesbit edilememiştir.

(49) Tesbit edilememiştir.

(50) Feyzü'l-kadîr, c. I, s. 415.

(51) Sûre-i 'Alâk, 19. (Dikkat: Bu âyet secde âyetidi



20 Namazın Dereceleri

Namazın dereceleri; kıyam, rükû, secde ve teşehhüd olmak üzere dörttür. Derekelerine göre, illiyyîn'in yüceliklerinden ve Rabbü'l âlemin'in civarında esfel-i sâfilîne inersin. O, insan kalıbının yaratıldığı dört unsurdur. Bunlardan dört kısım doğmaktadır.Her kısmın bir hâli ve Hakk'ı müşahede etmekten sonra hicab (52) olan bir zulmeti vardır. Onlar :

a) Cemâdiyet. Bunun hâli, teşehhüddür.

b) Nebâtiyet. Bunun hâli secdedir.

c) Hayvâniyet. Bunun hâli rükû'dur.

d) İnsaniyet. Bunun hâli de kıyâm'dır.

Kıyam, insanlık vasıflarını perdeliyen şeylerden kurtulmayı sana işaret ile göstermektedir. Bu haldeki zulmetlerin en büyüğü» kibirdir. Bu sıfat, ateş unsurundan doğmaktadır. (53)

Rükû, hayvanlık sıfatlarından kurtulmakta sana yol gösterir. Hayvaniyet sıfatının en büyüğü şehvet olup, o da hevâ unsurundan doğmaktadır.

Sücûd, nebatî tabiatın perdelerinden kurtulmakta sana işaret verir. Bir şey'i kendi üzerine çekmek ve büyütmekte, nebatî tabiatın en büyüğü, hırstır. Bu, su unsurunun tabiatından doğmaktadır.

Teşehhüd, cemâdlara mahsus tabiat perdelerinden kurtuluşta sana yol gösterir. Cemâdî tabiatın en büyüğü, donukluk ye gaflettir. Bu hâl, toprak unsurundan doğmaktadır.

Teşehhüd, hey'etlerin mesafelerini aştıktan sonra, vuslat karargâhıdır. Şühûd makimi, semâ tabakaları gibi, derece derecedir.





(52) Hicab : Hakikat tecellilerini kabule mâni olan kevnî suretlerin kalbe tesir etmesidir.

(53) Ateş, yandığı zaman, alevler havaya baş kaldırır. Şeytan, ateşten yaratıldığı için Cenâb-ı Âdem'de tecellî eden kudret önünde ihtiramla baş eğmeyi red edip büyüklük taslamıştır. iklim-i vücuda ateş unsuru galebe ederse bu istilâdan insanda kibir hâsıl olur.



21 Tehiyyat

Tehiyyât, insanlara Rablerinden bir selâmdır. Hakkiyle namaz kılan kimse, söyliyeceğini iyi düşünmeli ve edeble hitab etmelidir. Nasıl söyliyeceğeni bilerek Peygamber (s.a.v.)'e ve Allah'ın sâlih kullarına, gökte ve yerde Allah'ın kullarından bir ferd kalmamak üzere, ruhî nisbetle ve yaratılış hâli ile hepsine selâm verir.

Kâmil bir mü'min, teşehhüdde heybet (54)

ve celâl hâlinde olur. îsm-i ilâhiden (feyz) almaktan dolayı üns (55) ve cemâl hâlinde olur.

îsm-i ilâhîden tefeyyüzle kıldığı namazda, mükellef bulunduğu ibadette zatının muvazenesi olduğundan dolayı huzur ve murakabe hâlinde genişlik olur.

Bu dört sıfattan, geri kalan beşerî sıfatlar hâsıl olur. Bu dereke ve perdelerden kurtulduğun, bu yollardan Rabbü'l -âleminin civarına ve (manevî) yakınlığına döndüğün zaman Rabbine münâcat ederek ve onu müşahede ile namazı dosdoğru kılmış olursun. Peygamber (s.a.v.) buyuruyor ki : اُعْبُدِ اللّهَ كَاَنَّكَ تَراَهُ

«Sanki sen onu görüyormuş gibi Rabbine ibadet et.» (56)

îmam, namaz kılarken, şeytanla muharebede safların önünde bulunur. Bu itibarla imamın, namaz kılanların huşûa en elverişlisi, ilim ve takva sahibi olması, adâbla ilgili vazifeleri yapması, zahir ve bâtın (kemâlâtını) toplaması gerekir.

Uyanık olarak namaz kılanlar, zahirleri derli toplu oldukça, bâtınları (57) da derli toplu olur; birbirine yardım ederek kuvvet kazanırlar. Bâzısından diğerine nurlar ve bereketler geçer. Arz küresinin her tarafında namaz kılan müslüman toplulukları, kendi aralarında birbirine kuvvet kazandırırlar. Kalb itibariyle, Islâmî yakınlık ve imân bağı ile yardımlaşırlar. Yüce Allah da melekleriyle imdat eder Allah Teâlâ (harbte) nişanlı nişanlı melekleri Resûl-i Ekrem'e imdada göndermişti. Mü'min-erin, şeytanlarla muharebede (ilâhî yardıma) duydukları ihtiyaç, ashabın kâfirlerle yaptı.:-lan harpte hissettikleri ihtiyaçtan şiddetlidir Zira şeytanla yapılan (cihad) cihad-ı ekberdir.





(54) Heybet: Bir kimsenin veya bir şey'in haddi zâtında celalli olmasından sakınıp korkmak; büyüklük, dehşet veya ululukla korku vermek manasınadır.

(55) Üns : Cemâlü'l - Celâl; kalbte cemâl-i ilâhiyi müşahede etmek.

(56) Feyzü'l - kadir, c. I, s. 551.

(57) Bâtın : İç âlem, gizli ve görünmeyen şey manâla rina gelmektedir. Lâm-i tarifli olarak el-Bâtın» de nildiğinde, esmâ-i hüsnâdan biri ifade edilmiş



22 Kemal Sıfatlar

Kemal sıfatları; huşu (58), korku, huzur, verâ (59) ve takva (60)'dır. Her hatânın başı bulunan dünya sevgisi zulmetinin kirlerinden nefsini temizleyen (bu sıfatlara) mâlik olabilir.

Dünya sevgisini terk, her faziletin bağı ve her ibadetin başlangıcıdır. Her saadetin anahtarı da devamlı olarak çok mücahede etmektir. Hakkı hak, batılı bâtıl görüp şerefli veya düşük herkesi hak yolunda eşit tutma*; (kendisinin) iyi işleri(ni> başkasının) kötü fiillerini) gizlemektir.

Sehl b. Abdullah Tüsterî (61) şöyle demiştir :


«Bir kimsenin cesedindeki her bir kıl huşfr (a iştirak) etmedikçe huşu yapmış olamaz

Bu, övülmeye lâyık olan (en yüksek) huşû'dur. Ekseri kimseler, kalb temizliğinden e çekip zahird ki işlerinden dolayı korku çekerler. Çünkü âzâ ile yapılan şeyler kolay, kail amelleri ise oldukça zordur. Acı bir ilâcı, içmekte zorluk çeken kimsenin (onu bırakıp] vücudunun dışına merhem sürmesi, ağrısın arttırır. Merhemi artırdıkça hastalık da o nisbette artar.

Zahiren yaptığı işlerle yetinip kudsî ve manevî (yollarla) hakikat mücahedesini terkeden bir kulun durumu da buna benzemekte dir. Onun da kalbî hastalıkları kat kat arta çaktır.





(58) Huşu : Cenâb-ı Hakk'a boyun eğmek (Risale-i Ku-şeyriye).

(59) Verâ: İbrahim b. Edhem şöyle açıklamaktadır: Verâ, şüphe (veren) her şey'i ve malâyâni'yi terk etmektir. (Risale-i Kuşeyriye)

(60) Takva: Allatın emirlerine muhalefetten ve haramları irtikâp etmekten sakınmaktır.

(61) Sofiler zümresinin meşhurlarından olup lâkabı, Ebû

Muhammed'tir. H. 200 tarihinde Huzistan'ın Tüsteı şehrinde doğmuş Basra'da yaşamış ve 283 tarihindi vefat etmiştir. Mekke-i Mükerreme'de Zünnûn-i Mis rî ile konuşmuştur. Kendileri, verâ ve keramet sahibi bir zattır.



23 İbadete Devam Etmek

Şunu (iyi) bil : Şeriat (62), dâima ibadetle emretmiştir. Hakiykat, (63) Tarikatın (64) neticesi (nde ulaşılacak yüce bir mertebe) dir. Tarikat, şeriatın mizanıdır ve ayn-ı hakikattir.
Tasavvuf (65) kapısını açtığın vakit, hakikatin sırları açığa çıkacaktır. Şeriatın her hükmü, hakikatle müeyyed bulunmaktadır. Hakiykat, şeriat ile mukayyet olmaz ise asla kabul olunmaz. Her hangi bir yol ki onun hakiykat (ile alâkas) ı yoktur; o hükümsüzdür.

Herbir tarikat ve hakiykat (iddiası taşıyan yol) ki şeriatle ilgisi yoktur; bâtıldır.
Şeriat, süt gibidir. Tarikat ondaki kaymak; hakiykat da kaymaktan çıkarılmış (tere) yağ gibidir. Süt olmadıkça diğerlerini elde etmek mümkün olamaz.
Şeriat, tarikat ve hakikat (lâfızların) dan murad; ibâdet, ubudiyet ve ubûdet (66) vazifelerini dosdoğru yapmaktır.
Şeriat, hak (yolu) dur. Hakiykat de o yolun hakiykatıdır. Şeriat, Şâri'i Hakîm'in emrini (îfaya) kıyam etmektir. Hakikat da, Allah'ın emrindeki inceliği gözüyle (görürcesine) müşahede etmektir. Bunları, Allah Teâlâ'nın :
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

kavl-i celîli toplamaktadır. Mânâsı :

«Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.» (67)

«Ancak sana ibadet ederiz» kavli, şeriatdır. «Ancak senden yardım dileriz» cümle-i mübârekesi hakiyyattir.
Bu dereceye iki yokuşu aşmadan ulaşılamaz. Onlar : Faydalı ilim ve hâlis ameldir.
«Ancak sana ibadet ederiz» cümlesinde; işin yapılması ve kazanılmasının kula isbatı, ibadetlerin Allah'a izafesi bulunmaktadır.
«Ancak senden yardım dileriz» cümlesinde ise, işi Allah Teâlâ'ya isbat vardır. (Her türlü yardım ve hattâ) ibadeti yapabilmek bile Allah'ın tevfikı ve yardımı iledir.

Birincisinde iş, Allah içindir ve sevabı gerektirir; bu, tefrik makamıdır. İkincisinde ise fiil, Allah (in yardımı) iledir; yakınlığı icab ettirir. Bu (Cemu'l-cem) (68), yâni yaratılmış olmadan Hakk'ı müşahede etmektir. Bu, «Fenâ»dan sonra «Bakâ» (69) dır.
«Ancak senden yardım dileriz» derecesinsine yedi yokuş çıkmadan ulaşılamaz.

Bunlardan birincisi, «Ancak sana ibadet ederiz» derecesine ulaşmakta (karşılaşılan) il yokuşu (faydalı ilim ve hâlis emel) i aşmaktadır.

İkincisi, şeriata muhalif hareketleri uzuvlarından uzaklaştırmaktaki engeli aşmaktır.

Üçüncüsü; nefsi, alıştığı âdî şeylerde kesmektir (70).

Dördüncüsü; kalbi, beşerî (arzular) uçurumundan kesmektir.

Beşincisi, tabiat (-ı bedeniyye)nin bulanık (ve karanlık) larından sırrı kesmektir.

Altıncısı; aklı, boş vehimlerden kesmektir.

Yedincisi; ruhu, Rabbül âleminden gayı şeylerden uzak tutmaktır.

Bu temsilî yokuşları aşmaya başladığında, ilk yokuştan sonra ilme dayanan ameller karşılığında (hâsıl olan) hâlis niyyetle müşerref olursun.
İkinci yokuş (aşıldığın)da senin kalbinde hikmet (71) çeşmeleri açığa çık (ip ağzından taşmaya başl)ar.
Üçüncü yokuşu aştıktan sonra dinî ilimlerin inceliklerine muttali olursun.
Dördüncü yokuşta (n sonra) meleklere mahsus münâcatın işaretleri gösterilir.
Beşinci yokuş (aşılmak)la sana sevgi müşahedelerinin kamerleri parlamaya başlar.
Yedinci yokuştan (aşıp) kudsî yakınlık bahçelerine inersin.

Burada üns (billâh) lütuflarmı müşahede ile kendini gayb edip huzur vaktinde, tehay-yürde; zuhur hâlinde, dehşette kalırsın. Bu nuru müşahede ile hiss(-i basar)mdan sen gayb olursun. Zâtın, (bu hâl içinde) fânî olur, sıfatın da (silinir) giderse fena bulan zâtın, onun başkası ile, sıfatların da onun sıfatları ile kaaim olur. Bu hâlde sana bir hü'at giydirilir. «Ancak benimle işitir ve sadece benimi görür» (72) sırrı tecelli eder.

Ancak O'nun zikriyle konuşur; sadece O'nun envârı ile bakarsın. Hareket edeceğindi ancak O'nun kudret vermesiyle; yapıştığın za man, O'nun iktidar vermesiyle kıpırdarsın, tu tarsm. Bu halde iken, kullar (a mahsus taba kalar)ın en yükseğinde olursun.
Fakat insanlar bir ırmakta imtihan olunurlar. Bu, cismânî tabiat pınarıdır. Kim ondan kanmak için hırsla ve ifrat (a vararak içerse, o kimse hakıykat ehlinden değildir. o tabiatının ehli ve Allah (a kulluk) dan meşgul eden şehvetin kuludur. Dünya metâmdan, ancak, zaruret mikdarı ile kanâat eden kimse müstesnadır. Bu kimse Allah'ın velîlerinden (ve marifet(73) ehlinden)dir. O da azın azıdır. Ehl-i dünyâ'nın adedi, sayılamayacak (kadar çok) tur. Allah Teâlâ bizi, kanâatle rızıklandırsın ve bizi ehl-i sünnet vel-cemâat (yolun) dan ayırmasın.

(Bir gün) ölecek olan kimseye kâfi miktardaki rızık, çoktur. Dünyâ, tuz gibidir. Fazla olursa susatır. Akıllı olan, dünyâ menfaatini toplamakta nefsine zahmet vermez. Şiir :

«Rızık taksim olunmuştur»
«Kötü zanna kapılmak fayda vermez»

Kendisinde fena (fillâh) ve baka (billâh) sırrı (74) tahakkuk eden kâmil bir mü'min, mümkinâtın kendisi tarafına yönelmesine açıktan şahid olur.
Bundan sonra, Kur'ân-ı Mecîd'in hakıykâtini murakabe gelir. Bu hakikat, Kur'ân'ın münşi'i bulunan, misli bulunmayan zât-i ilâhî deri feyzin vücudunu mülâhaza suretiylediı Bu makamda kelâm-ı ilâhînin esrarı zahir oluı Allah Teâlâ'nın kelâmından her bir hari Kâbe-i maksûde ulaştıran bir deniz; kırâe edenin dili, okuduğu sırada, Asâ-i Musa git olur da kalbinin tamamı Kur'ân-ı okuyan bi dil hâline gelir.
Kur'ân-ı Mecîd'in nurlarının inkişâfın alâmet, çok kere, arifin içine bir ağırlığın çöl mesidir. Allah Teâlâ'nın kavlinden (Kur'ân Kerîm'de) şöyle vahy olunmuştur :


اِنَا سَنُلقىِ عَلَيْك قَوْلاً ثَقِلاً

Mânâsı :
«Hakıykat biz sana ağır bir söz vahyedi yoruz» (75).

Bundan sonra, cidden büyük bir mertebe vardır. O da namazın hakıykati(ne ulaşmakdır. Burada murakabe, salâtın hakıykatını münşi'i bulunan, misilsiz zât-i ilâhîden kemâl vüs'atle gelen feyzi mülâhaza ile olur.Bu makamın genişliği ve yüceliğinden, hakıykat-i Kur'ân, namazın bir cüz'ü; hakıykat-i Kabe de diğer cüz'ü oldu diyoruz. (76)

Bu kudsî hakıykate ulaşan sâlik, (77) namaz kıldığı sırada bu fâni yurttan çıkar ve baki bir yurda girer. Kendisine, kâmil bir surette ve şübheye mahal olmaksızın, «Allah'a

sanki sen O'nu görüyormuşçasına ibâdet edersin» (78), hâdis-i şerîfindeki incelik açılır Peygamber efendimiz «Namaz, mü'minin mırâcıdır» hâdis-i şerifinde bu şerefli ibâdete ve yüce rütbeye işaret buyurmuştur. Kulun Rabbine (manen) en yakın olduğu zamanın, namazda bulunduğu vaktin olduğu haber verilmistir.
Namaz olmasa, maksudumuzun, yüzünde nikaab açılmazdı. Namaz olmasaydı, (rızâ ilâhiye) talip olan kimseye, sevimli matlubun (vuslatta) hangi şey yol gösterirdi?
Namaz, (ilâhî) yolda yürüyenlerin tad aldıkları, hastaların rahatladıkları bir ibâdettir.

بِلاَلُ يَا اَرِحْنَا



«Bizi râhatlandır yâ Bilâl (79) hâdîs-i şerifi, bu mânâya bir remzdi:r

وَجُعِلَتْ قُرَّةُ عَيْنىِ فىِ الصَّلاَة
«Benim gözümü parlaklığı namazdadır» (80), mealindeki hi dîs-i şerifi arzulanan şey’e bir pırıltıdır.




(62) Şeriat: Allah tarafından vaz edilen ve Peygamber vasıtasiyle tebliğ olunan hükümleri hâvi ilâhî kanun;
. itikâd, ibadet ve muamelâta müteallik dinî hükümlerin hey'et-i mecmuasıdır. Şeriat» din manâsında da kullanılmaktadır.

(63) Hakiykat: Tasavvuf erbabınca dörde ayrılan mertebelerin üçüncüsü hakkında kullanılan bir tâbirdir. Bunlar; şeriat, tarikat, hakiykat ve marifet'tir.

(64) Tarikat: Allah yoluna sâlik olanların menzilleri aşması ve makamlara yükselmesine tahsis olunan bir seyr'dir.

(65) Tasavvuf : Ahlâkı ilâhî ile tahallûk etmeyi tâlim eden manevî yol.

(66) İbâdet, avam için tezellülün nihayeti ve Allah Teâlâ-ya kul olmanın zahirdeki faaliyetidir. İbadet, umurr mü'minlerin; ubudiyet, havassın; ubûdet, havassüi havass'ın yaptığı kulluk vazifelerine verilen isimdir. Asılları aynı fasılları ayrıdır. Hepsi ibadet fakat derece ve değerleri farklıdır. Ebû Ali ed-Dakkâk demiştir ki: İbadet, ilm-i yakîn sahibine; ubudiyet, aynü'l-yakîn erbabına; ubûdet, hakku'l-yakîn ashabına mahsustur. (Risale-i Kuşeyriye)

(67) Sûre-i Fatiha. 4.

(68) Cemu'l - cem' : Hak ile kâim olduğu halde, halkı müşahede etmektir.

(69) Baka : Devam ve karar manasınadır. Tasavvuftı mevhum varlıkları nazardan ve fikirden kaldırdıktan sonraki hâle verilen isimdir.

(70) Buradaki kesmek, çocuğu emzikten ayırmak git vaz geçirmek manasınadır.

(71) Eşyanın hakikatlerini; vasıflan, hâssaları ve hükümleri ile olduğu gibi bilmektir.

(72) كنت سمعه الذى يسمع به وبصره الذى يبصر به ... الخ
hadisi kudsisine telmih (işaret) vardır.

(73) Marifet: İnsanı gayriden ayırıp Allah'a döndüre: şeydir. Marifet, bir şey'i tefekkür ve eserini tedet bür ile bilmek manasınadır. Fakat ilimden daha hususidir. Bunun mukabili inkâr ve ilmin karşılığı cehildir. İlim, küllî vecih ile. ma'rifet, cüz'î vecih-le bilmektir. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk'a Âlim denir fakat Arif denmez. Marifet, tasavvufta dört mertebenin sonuncusudur.

(74) Sır: İnsanın göğsünde vedla-i Rabbâniye ile
(76) Hakikat-i Kâ'be : Maneviyat erbabının kemâle ulaşmasından sonra, suluk iki kola ayrılır. Bu, mürşidin ihtiyarına göre olur. Biri «Hakayık-ı ilâhiye» tarafı, diğeri de «Hakayık-ı enbiyâ» tarafıdır. Ha-kâyık-ı ilâhî; hakiykat-i Kabe, hakiykat-i Kur'ân ve hakiykat-i salâfdan ibarettir. Hakiykat-ı enbiyâ: Hakiykat-i İbrâhimiyye, hakiykat-i Mûseviyye ve hakiykat-ı Muhammediyye'den ibarettir. Mürşid, hakikat-i Kabe'ye yöneldiği zaman, bu makamda Hak Teâlâ'nm büyüklüğünü müşahede eder ve bâtınını ilâhî heybet kaplar. Kur'ân-ı Mecîdin hakiykatine yöneldiği vakit, azamet perdeleri içinde bir takım sırlan sezer ve müşahede âleminde Kabe'nin hakikat ve keyfiyetini görür de buradan Kur'ân'in hakiykatine yücelir. Salâtın hakiykati dairesinde, Mürşid, kemâlât-ı ilâhîyi misâlsiz olarak ve bütün genişliğiyle müşahede eder.

(77) Sâlik : Târikatlerden birine müntesip olan ve hâl ile makama yürüyen kimsedir.

(78) Et-Tâc, c. I, s. 21.

(79) İhyâu’l – ulûm, c. I, s. 121.

(80) Râmuz, 273.



24 Son Söz

Rabbim olan Allah bana kâfidir. O, ne hoş Rab’dır. Bize Allah kâfi ve O, ne güzel vekildir. Îşimi Allah’a bıraktım. Hiç şüphesiz, Allah, kullarını(n yaptıklarını) görmektedir. (En sonunda) dönüş(ümüz) de O’nadır. Günahtan kaçmaya kudret ve ibâdet yapmaya kuvvet, ancak Yüce ve Büyük Allah (m yardımı) iledir.

•Ruhu’s-salât, aynü’l-hayât» adı verilen bu veciz risale, SİROZ (81) şehrinde tamamlandı. Yüce Allah, orayı ve diğer Müslüman beldelerini her türlü belâ ve âfetlerden korusun.

Bu risalenin bitişi, kendisinden sonra Peygamber bulunmayan Efendimizin, hicret tarihi ile, BİN ÜÇYÜZ DOKUZ senesi Recep ayının Regâib gecesine tesadüf etmiştir. Allah Teâlâ’dan «Vedûd ismi(nin tecellisi) ile onun faydasını çoğaltmasını (halk yanında) sevimli ve kıyamet gününe kadar makbul kılmasını diliyorum. Ey Mâbud(-i hakıykî), ey Samed (olan Allahım!) bizden (bu hizmeti) kabul ediver.

Evvel ve âhir, hamd Allah’a mahsustur. Allah Teâlâ, eyidimiz Muhammed (s.a.v.).e, zahir ve bâtın yoluyla, salât(-ü selâm) eyleye.

Bilecik : 30 Muharrem 1395
12 Şubat 1975 Çarşamba




(81) Siroz : Halen Yunanistan topraklarında kalmış bir beldenin adıdır. Şark tarafında Rumeli, garbında Kosova, cenubunda Selanik ve adalar denizi, şimalinde Bulgaristan'la çevrilir, ekseriyetle arazisi dağlık olan bir yerdir.


25 Bu eserin terceme ve tahşiyesinde faydalandığımız eserler P

1-Tefsîr-i Kurtubî: Dâr-i kitâb-i Arabiyye Kahire,1967.

2-Hak Dinî Kur'ân Dili: Matbaa-i Ebüzziyâ 1935, istanbul.

3-Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm : Ahmed Said Matbaası, İstanbul, 1957.

4-Tuhtefü'l - Ahvezî : Matbaatü'l - Fecâletü'l - cedîde, Kahire. 1967.

5-Et-Tâc : Dâr-i İhyâ-i Kütüb-i Arabiyye (2. baskı).

6-Ramûzü'l - ehâdîs :Kışla-i Hümâyun Matbaası 1275. İstanbul.

7-ihyau Ulumi'd - Dîn : Meymeniye Matbaası, Mısır,1306.

8-Risâle-i Kuşeyriye : 1318, Mısır.

9-Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü :Millî Eğitim Basımevi. 1971, İstanbul.

10-Kamûs-i Okyanus :1305. İstanbul.

11-Kamûsü'l - âlâm : Mihran Matbaası, 1311. İstanbul

12-Nihâye :Dâr-i İhyâ-i Kütüb-i Arabiyye, 1965, Kabire.

13-Feyzü'l - kadîr : Matbaa-i Mustafa Muhammed 1938, Mısır.

14-Neseî : Matbaatül - meymene, 1312. Mısır.

15-Câmiu'l - usûl fil - evliya.

Hiç yorum yok:

Powered By Blogger