24 Eylül 2007 Pazartesi

BUYURUN MİRACA ÇIKALIM

BUYURUN MİRACA ÇIKALIM

MİRAÇ, Peygamberimizden bize miras kaldı. O miraca yükseldi, kulluğun en uç noktasına vardı, yakınlığın en nihayetine ulaştı, kâinat ötesi bir yüceliğe erişti, Rabbiyle buluştu, binbir kelâm etti, bir anda gitti, gördü ve döndü. Çünkü zaman ötesine geçti. Zamansız, mekânsız, maddesiz bir derinliği yaşadı.

Rabbinin huzuruyla şereflendiğinde bütün varlıkların ve insanların selâmını, tesbih ve ibadetlerini, tebrik, bereket ve güzelliklerini ve her türlü tayyibatı O’na arz etti.

Bu esnada salih kullarını, mü’minleri, miraca ilgi ve alâka duyanları, kendini miraç mucizesiyle bütünleştiren, miracın mânâ ve mahiyetini kavrayıp, ruhuna sindiren takva ehlini de orada andı.

Rabbinin O’nun şahsına verdiği selâmı, O hem kendi üzerine aldı, hem de “ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn” diyerek ümmetini de miracın içine kattı, o âleme taşıdı, orada andı ve hatırladı. Böylece miracını bütün bir ümmetiyle birlikte idrak etti.

Çünkü O yaratılış ağacının en son ve en mükemmel meyvesi ve aynı zamanda en seçkin çekirdeği ve özüdür. Bu çekirdek O’nun kadar mükemmel ve şerefli bir meyve libasını daha giymemiştir.

Ve Cenab-ı Hak, kocaman bir çam ağacını buğday tanesi gibi bir çam çekirdeğinden çıkardığı gibi, şu kâinatı da onun nurundan yaratmış, O’nun duası ve ibadetiyle de, öbür âlemin kapısını açmıştır.

Asıl miraç, en büyük miraç, “en büyük kul” ile Rabbi arasında vuku bulan miraç, kendi vakti içinde gerçekleşti ve tamamlandı; ama oraya velâyetiyle gidip risaletiyle dönen Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) o nurlu kapıyı açık bırakmış, o ilâhî davete herkesi ve hepimizi çağırmıştır.

O zamandan bugüne ise ümmetin veli kulları ruh ve kalb ayağıyla, kendi istidat ve birikimlerine göre o nurlu caddede, nebevî miracın gölgesinde yürümüş, o yüce makamlara tırmanmışlardır.

Miraç öyle bir mucize, öyle kapsamlı bir hakikat, öyle geniş, derin ve nurlu bir olaydır ki, imanın mayası, kulluğun esası ve temeli, ilâhî yakınlığın ve rahmetin yolu orada anlaşılmış ve bilinmiştir.


O bir rahmet peygamberi olduğu, her anda, her yerde ve her vesileyle ümmetini hep yanında ve yakınında gördüğü ve bizi Rabbimize tanıtıp anlatmak için bütün âlemleri gözümüzün önüne serdiği içindir ki, miracın da en uç noktasında yanında taşımış ve manen beraberinde götürmüştür.

Şehadet âleminden gayb âlemine, dünya âleminden âhiret âlemine geçmiş, bizim birer iman esası olarak bildiğimiz, inandığımız, kabûl ve tasdik ettiğimiz hakikatleri o bizzat görmüş, tatmış, yakından müşahede etmiş, yaşamış ve bütün varlığıyla ruhuna sindirmiştir.

Öyle ki meleklerle görüşmüş, Cebrail aleyhisselâm ile birlikte bu yolculuğu gerçekleştirmiş, Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlere imamlık yapmış, sema katlarında peygamberleri ziyaret etmiş, bütün âhiret âlemlerini gezmiş, dolaşmış ve tanımıştır. Cennetin nimetlerini ve hurilerini, Cehennemin azabını ve zebanilerini görmüş, Cennetteki ümmetinin saadetini, Cehennemdeki günahkârların dehşetli hâlini müşahede etmiş, “Sizin inandıklarınızı ve iman ettiğiniz gayb âlemini ben gittim, gördüm, geldim. Bunda şüphe ve tereddüt yok” demiş, “âhirete gidip gören var mı?” diyenlere fiilen cevap vermiştir.


Bir kul ve ümmet olarak, Rabbimizin rızasını hangi yolla elde edeceğimizi, O’nun rızasına nasıl ulaşacağımızı bilemiyor ve anlayamıyorduk.

Çünkü her insan, halkını seven ve halkı tarafından da sevilen bir padişahın nelerden hoşlandığını merak eder, ona yaklaşmanın, ona yakın olmanın çarelerini arar; “Bir yolunu bulsam da, O’nunla konuşsam, benden ne istiyor anlasam, hoşuna giden şeyleri öğrensem” diye çareler arar.

Bunun gibi her mü’min de, Cenab-ı Hakkın rızasını ve hoşnutluğunu hangi yolla elde edeceğini anlamak ister ve bir beklenti içine girer. İşte Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbimizin razı olduğu en büyük yol ve çare olan “namaz”ı doğrudan doğruya bir miraç hediyesi olarak getirmiş ve bize hediye etmiştir. Bu hakikati de, “Mü’minin miracı onun namazıdır” buyurmuştur.


Peygamberimiz (a.s.m.) nimetleri nimet yapan, saadeti saadet yapan, her türlü güzelliğin ve nurun aslı esası, kaynağı ve membaı olan ve bütün Cennet nimetlerini geride bırakan, bir kere müşahedesi Cennetin bütün nimetlerini unutturan Cenab-ı Hakkın Nur Cemâlini görmüş, o cemâle âşık ve müştak olmuş ve bize de bu rü’yet hediyesini getirmiştir.

Çünkü kalbinde sevgi dolu her insan, güzellik, kemâl ve ihsan sahibi bir zâtı sever ve görmek ister. Öyle ki ona tapacak hâle gelir. Canını uğrunda verecek kadar sevgi duyar. Bir defalık görmeye, dünyasını bile feda etmeye hazır olur. Oysa varlık âlemindeki bütün güzellikler, kemâl ve ihsanlar O’nun güzelliği, kemâli ve ihsanı yanında bir ışıltının bir güneşe nispeti kadar bile olamaz.

Bunun için sonsuz bir saadet vesilesi olan, sonsuz güzelliğe sahip “rü’yet-i cemâle ulaşmak” ifadesi bile, tarifi mümkün olmayan bir sevinç ve sürurdur.

Mevlid yazarı Süleyman Çelebi’nin, “Âşikâre gördü Rabbü’l-izzeti, âhirette öyle görür ümmeti” şeklinde dile getirdiği gibi, rü’yet-i cemâle ümmetinin mazhar olacağı müjdesini getirmiştir.

Bizim gerçek miracımız, ebedî miracımız Cennette rü’yet nimetine ermemizle gerçekleşecektir inşaallah.

Evet, O Cenab-ı Hakkın Nur Cemalini gördüğü, seyrettiği, Rabbiyle bizzat görüştüğü, konuştuğu ve birlikte olduğu gibi, bu nimetin cin ve insan her mü’mine mümkün olacağı hediyesini getirmiştir.


İnsanın Allah(c.c.) katındaki yeri, bizim Rabbimizin yanındaki durumumuz miraçla anlaşılmıştır. Yapısı ve konumu itibariyle küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir varlık olan insan miraç bereketiyle öyle yüksek bir makama çıkar ki, kâinat üstü bir makama ulaşır. Bu sevinci ve saadeti anlatmak mümkün değildir. Bu mesele rütbesiz bir askere "Sen paşa oldun" diyerek ona paşalık rütbesi verilmesine ve onun duyduğu, tarifi imkânsız bir sevince benzer.

Bunun gibi fâni, âciz ve konuşan bir hayvan olan, yokluk ve ayrılık tokadını devamlı olarak yiyen biçare bir insana miraç şu mesajı ve müjdeyi veriyor:

“Sen ebedî ve sonsuz bir Cennette, Rahîm ve Kerîm bir Rahmân'ın rahmetine ereceksin. Orada hayal hızında, ruh genişliğinde, aklın seyrinde yaşayacaksın. Bütün isteklerine, kalbinin bütün arzularına kavuşacaksın. Sonsuz saadete ve rü’yet-i cemâle nail olacaksın.”

Bu müjdeyi anlayan ve bu habere inanan insanın sevincine had ve hudut var mıdır? Bu insan sevincinden yere göğe sığar mı?.

Böylece miraç, bizi bize tanıtıyor, kendi konumumuzu ve durumumuzu ortaya çıkarıyor. Allah(c.c.) katındaki yerimizi ve mevkiimizi belirliyor. Ve bize henüz dünyada iken imanın hazzını, âhiretin saadetini ve huzurunu tattırıyor
_________________

Hiç yorum yok:

Powered By Blogger