26 Eylül 2009 Cumartesi

işte benim ailem - bir namaz hikayesi

Üzgünüm Çocuk
Bekir Sağlam

-Bu yazı câmide yazılmıştır.-

Çok üzgünüm güzel çocuk, elimde şekerden eser yok!

İkindinin, günbatımının bir öncesinin yani, tam da uyuşukluğun başımıza çöreklendiği sıralar. Fakülte kütüphanesinin hemen önündeki mütevazi kare binaya girmek için telefondaki dosttan izin istiyorum. Burası, 16.yy eseri küçük bir câmicik. Restore ediliş hikâyesini hatırlıyorum. Gerçek ilim adamlarının kıymetini hissediyorum iliklerimde. Şükrediyorum içimden gele gele ve abdest!.. Hızlı bir selâm verip abdest musluğu başındaki orta yaşlı amcalara, içeri yöneliyorum. Elimdeki mavi çantayı câminin pencerelerinden birinin iç taraf betonuna koyuyorum usulca. Gözlüğümü çıkarıp hafifçe oturuyorum. Kimseyi incitmeden, câmideki ruhaniyatı delmeden oturuyorum. Sadece oturuyorken ve bir şey yapasım da yokken, aklıma gelen dua etme fikrini benimsiyorum. Mavi çantamdan özenle kaplanmış cevşenimi çıkartıyorum. Mescidlerde oturmanın bile sevap oluşunu daha iyi idrak edip, cevşenimi açıyorum, sonsuz bir mutlulukla. "Efendimizin (selâm üzerine olsun) ettiği dualar" diyorum. Ne kadar güzel ki, Efendimin dilinden dua ediyorum.

Namaz vakti yaklaşıyor. İçerisi hareketleniyor. Ben okumam gereken parçaya odaklanmışım. Elimdeki "şey", kimine göre bir "dua rehberi" ya da bana göre bir "dua şiiri" olan bu "şey"in içine dalmaya çalışıyorum. Geçmişte çok kereler, taze alınmış bir yudum abdestten hemen sonra ele almış olduğumu anlıyorum, su zerreleri hattı bozmuş. Bazı dua cümleciklerinin altı çizilmiş, bazılarının yanına işaret konulmuş, falan filan...

Ezan vakti gelip de başımızın tâcı oluyor.

Güzelimsi bir ezan. Ezan her şeyden güzel de, kıraate ve makama titizlik gösterilmemesi içimi burkuyor. Sonra görevlilere, onları yetiştirenlere laf söyleyesim geliyor. Susuyorum. Yine de camide ezan dinlemek güzel. Ezan duasına sevdiklerimin ismini de katıştırıp, elimi yüzüme sürüyorum, bereket ve hayır tanecikleri yüzüme şekil versin diye.

Cemaât çok kalabalık değil. İki-üç saf oluyoruz. Câmi küçük, vazife büyük. Her şey normal seyrinde giderken ürpertici bir şey oluyor. Hayır, bu ne ruhani bir ses, ne de iç gıdıklayan bir nağme. Bu olsa olsa bir çocuk sesi. Hem de yaşını beş ya da altı diye tahmin ettiğim bir çocuk sesi. Kıraâtı düzgün, kelimeleri yutmadan okuyor. Kâmet getiriyor. Küçük şeytanlar, bu küçük meleğin sesiyle uzaklaşıyorlar aramızdan. Aman sen büyüdün de namaz mı kılıyorsun, bir de müezzinlik yapıyorsun ha, çocuk! diyorum içimden. Tombul yanakları nasıl da şişiyor, hayyâl essalâh derken... Bir anda cemaâtte bir tebessüm meltemi esiyor. İmam da dahil bu cemaâte. Keyfim yerine geliyor. Sıkıntılarım cerrahi operasyonda temizlenen tümör gibi, kesilip atılıyor. Sonra o tombul yanaklı, gül yüzlü çocuk yanıbaşımızda saf tutuyor. Saftaki dikkatine ve özenine hayran kalıyorum. Aklıma Taliban esaretinden sonra kısa bir araştırmadan sonra kendi isteğiyle müslüman olan İngiliz kadın gazeteci Yvonne Ridley'in hac deneyimlerini anlattığı söyleşide söylediği cümle geliyor: "Orası harikaydı, inanılmaz güzeldi. Bir gün namaza geç kalmıştım. Mekke sokaklarında rüzgar gibi koşuyordum. Haremüşşerif'in kapılarından birinin önüne geldim. Önümde onbinlerce hacı vardı ve tam bir kaos yaşanıyordu. Hepimiz Camii'ye girmeye çalışıyorduk. Geç kalmıştık. Birden namaz başladı. Bir kaç saniye içinde herkes şeritler halinde sıraya dizildi. Yanıma baktım çizgi kusursuzdu. Onun önündeki de, onun önündeki de. Düşündüm, bu ordu kadar hızlı hazırol pozisyonuna girebilecek başka bir ordu yoktur bu dünyada. Kendi kendime işte benim ailem dedim. Düşünürken bile duygulanıyorum. Gözyaşları boğazıma dizildi."

Namaza duruyoruz sonra. Namaz içinde değişik düşünceler, düşler...

Namaz, bu!
Her güzel şey gibi bitiveriyor.
Ardından yine tombul bir ses!
Ne hoş, ne hoş...
Sonra tombul bir dua, semiz bir tesbih yankılanıyor câmide.
Şişman şişman gülümsüyorum.
Bu zengin gülümsememe, buruk bir dua konduruyorum.
Ağlasam, gözyaşıma dokunur musun çocuk?
Cem Karacaların, Münir Özkulların ve daha nicesinin câmiden kopuşunu hatırlıyorum. Onlar da senin gibi sevimli, zengin hayâlli çocuklardı. Kötü adamlar, yahut büyüklerin tabiriyle bilinçsiz insanlar taş koydular onların namazlarına.

Sonra ne mi oldu çocuk?

Birini hazan vurdu, kendine ancak onyıllarca sonra gelebildi.
Diğerinin kış'ı geçmek bilmedi, gitti öylece!
Bir buruk sevinç şimdi, içimdeki.
Ağlasam mı, gülsem mi?

Elimde-avucumda çikolatam yok çocuk.
"Allah kabûl etsin" desem, beni affeder misin?!

13.09.2005
Ankara

Hiç yorum yok:

Powered By Blogger