28 Eylül 2007 Cuma

namaz (serhat şeftali)

Namaz, her Müslüman’ın gönlündeki sevdadır
SERHAT ŞEFTALİ
Namaz, İslam’ın en önemli emirlerinden biri. Namaz, ‘Müslümanım’ diyen bir kimse için “Yük” veya “lüzumsuz” ya da “gerektiğinde ihmal edilebilecek” bir şey değildir. Namazı hafife alma, onu bir tehlikenin işareti olarak görme de ne Müslümanca, ne de insanca bir tavır olamaz. Namaz, önemlidir, değerlidir ve ona saygıda kusur edilemez. Namazı kılmamak inanmamak anlamına gelmediği gibi, namazı kılmak da her şey manasına gelmez.
Namaz kılmak, çağdan uzaklaşmak değildir. Namazı eve, camiye ve sadece mesai saatlerinin dışına, özel mülklerin odalarına hapsetmek isteyenler, İslam’la ilişkilerine göz atmak ve nerede durduklarını bir kez daha düşünmek durumundalar. İbadet, kulluk, beş vakit, sabah, yatsı, farz, sünnet gibi kavramlardan uzak bir bakış açısıyla bakıldığında namaz “yatıp-kalkmak, bir şeyler mırıldanmak” diye düşünülebilir. Böyle bir bakış açısıyla da namaza karşı sert, tavizsiz, düşman, terörist, örümcek kafalı, zihin yıkama gibide bakılabilir. Böyle bir bakış açısı dinin neresinde durduğunuzu da sorgulamaya açar.

Namazsızlık, bir Müslüman için özlem olamaz. Bu özlem için mazeretler sıralanamaz. Namazsız steril bir ortam için mücadele vermek ve bunun için bahaneler üretmek bir Müslüman’ın yapmayacağı fiillerdir. Eğer namazsızlık özlemi çekiliyorsa, bunun adı saklanmadan, gizlenmeden âşikar söylenmelidir. İnanılmadığı ifade edilmiyorsa, bu durumun adını dinî kaynaklar zaten koymuştur diye biliyoruz.

Namaz kılmak, zayıflık, pasiflik, namaza karşı söz ve fiiller ise özgürlük ya da cesaret değildir.

Namaz, tıpkı ezan gibi, oruç, zekat, hac gibi Müslümanlığın işaretlerindendir. Bu işareti taşıyanlar, bunu bir yük olarak görmez. İnanan namazı, bir madalya gibi gönlünde ve zihninde taşır. Utanmaz, çekinmez, kınayanların kınamasından dolayı kendini “yanlış mı yapıyorum!” düşüncesine kaptırmaz.

***

Namaz her mü’minin gönlündeki sevdadır, aşktır. Bu aşkı uyandırmak isteyen bir grup gönüllü aydın Namaz Gönüllüleri Platformu’nu kurarak Türkiye’ye namazı anlatmaya çalışıyor. Konferanslar, kitaplar ve etkinliklerle namaz sevdasını yeşertmeye çalışıyorlar. Ailem’in kapağına Namaz Gönüllüleri Platformu’nun hikayesini taşıyarak, bir kez daha namazı hatırlatmak istedik. Hayırlı haftalar dilerim...

Şartlar zorlaşınca namazı terk edenlerden misiniz?
SERHAT ŞEFTALİ
Her nimet şükür ister. İmkân da bir nimettir. Çoğu zaman imkânın ne kadar önemli ve değerli bir nimet olduğunu anlayamayız. Onu ancak kaybettiğimizde farkına varırız. Bu anlamda imkânın şükrünü de unutmamak gerekir.
İbadetlerimizden namazın günlük hayatımızda imkânla bire bir ilişkisi vardır. Bu anlamda kimileri imkanlar içinde yüzer. Ama elindeki nimetin farkına varamaz. Fırsatların biri gelir, diğer gider; ama o, bunların kadir ve kıymetinden bihaber yaşar. Namaz kılmak için zamanı ve vakti müsaittir. İşi gücü buna engel de teşkil etmez. Namaz kıldığında onu horlayacak ya da sıkıntıya sokacak kimseler de yoktur. Mekân sorun da değildir. Namaz kılacak olsa kimse ona “Akşam kaza edersin!” de demez. Ama o sahip olduğu bu imkânı kullanmaz.

Namazını eda edenlerden bir kısım da vardır ki; normal şartların dışına çıkıldığında namazlarında aksamalar olmaya başlar. Namazını kaçıracakmış telaşına düşmez. Fırsatı varsa ya da onu namaza çağıran biri varsa ezana kulak verir. Ama bir seyahate çıktığında ya da işinde sıkıntılar yaşadığında ilk terk ettiği şey namaz olur. Önce birer birer gider vakitler. Sonra da eda edebildikleri çıkar gider hayatından. Hassasiyet soğuk bir duyguya dönüşür. Ve insan giderek kopar inandıklarından.

Namaz vakti girdiğinde içlerine kor düşenler de vardır ki; onlar için ilk fırsat, namaza gitme anlamına gelir. İşyerlerinde namaz kılmak için uygun yer yoktur. Yolculuklarında namaz kılacak yer de bulamayabilirler. Ama onlar için tek geçerli olan, “Nerede olursa olsun, vaktinde eda”ya niyettir. Bunun için kalpleri çarpar. Akılları namazdan geri duramaz. Bazen namaz kılacak imkânı da bulamayabilirler. Ama o an yüreklerinde tarifi imkansız öyle derin bir ızdırap, öyle sarsıcı bir sıkıntı vardır ki; ilk fırsatta kaçırdıkları namazın edası için huzura dururlar.

Bir başka grup vardır ki; onların çalıştıkları ortam için namaz, yabancı bir terimdir. Namaza imkân bulmak neredeyse imkânsızdır. Çünkü böyle bir imkân olmadığı gibi namaz kılmak iş hayatının bitmesi ya da işinde süründürülmesi anlamına gelir. O da her fırsatı bir namaz fırsatı olarak görür. Ama her gün, kaçan vakit namazlarının acısını hisseder yüreğinde. Namazların kaçması, namazı tamamen bırakmasıyla sonuçlanacak bir netice de vermez. Ümitsizliğe kapılmaz. Duyguları da değişmez. Yaşadığı sıkıntı ve hissettiği burkuntu onu biraz daha yükseklere çıkarır.

Namazsızlığın bir domino taşı etkisi yaptığını unutmayın. Namaz, kesintisiz bir devamlılık ister. Namazı gönlünüzün nuru yapmayı ihmal etmeyin. Namazı şartlar zorlaşınca terk edenlerden olmayın

Mirac denilince aklınıza ne geliyor?
SERHAT ŞEFTALİ
Size “Mirac ne anlatıyor?” denilse tek kelimeyle ne cevap verirdiniz? Bu soruyu bazı Ailem okurlarına sorduk ve işte aldığımız cevaplardan öne çıkanlar:
Kulun Rabb’iyle buluşması,

İhtişam,

Namaz,

Cennet vatana dönüş yolculuğu,

Manevi hicret,

İbretli bakış,

Kulluğa yükseliş,

Tesbihatın hakikati,

Manevi yardım,

Dönüş,

Geleceğin müjdesi,

Kendi miracım,

En zirve kulluk,

Bir insanın Rabb’iyle buluşması,

Yükselme,

Hasbihal,

Namaz,

Yükseliş,

Ulvileşmek,

Namazın farz kılınması,

Teslimiyet,

İman,

Yükselmek,

Zaman ve mesafelerin canına okumak!

Bir O’na (sas) özel,

Kàb-ı Kavseyn boyutu...,

Yine ümmetî... Yine ümmetî demek,

Hakikate şahitlik,

Nübüvvetin sırlarını en kapsamlı anlatan olay,

Onur,

Kavuşmak,

Sevgi,

Öteleri keşif,

Gerçeği görme.

***

Mirac olayını bir kez de “Bize ne anlatıyor?” yönüyle okumalısınız. Herkesin kendi miracında yolu açık ve hayırlı olsun

Öğle namazında buluşalım
SERHAT ŞEFTALİ
- Saat kaçta gelirsiniz?- 19.30’da geliriz.Bu soruyu farklı bir şekilde de cevaplayabiliriz. Nasıl mı? - Saat kaçta gelirsiniz? - Yatsı namazından sonra geliriz. Yatsı namazını gelme-gitme saatine bir sınırtaşı yapmak, namazın o kişinin hayatının içinde olduğunu gösterir. Aynı şekilde camiyi, namazı ve namazın vaktini belirleyen bir şey gibi kullanmak hoş bir davranıştır. - Yarın buluşuyor muyuz? - Yeri ve zamanı sen söyle... - İkindi namazında Orhan Camii’nde. İki arkadaşın buluşma noktası bir kafe, bir kahvehane ya da bir pastane olabilirdi. Belki camiden çıkıldıktan sonra oturulacak mekan yine bir pastane veya kafedir. Ama buluşma noktasının cami seçilmesiyle hem namaz kılınmış, hem o insanların üzerindeki vazife eda edilmiş, hem de manevi hava yakalanmış olur. Camiler bizleri Allah’a (cc) ulaştıran mekanlardır. Biz kulluğumuzu cemaatle yerine getirirken, Yüce Yaradan’ın (cc) müjdelerine de mazhar oluruz. Cami bizi Allah’la (cc) buluşturduğu gibi, komşularımız, yakınlarımız ve arkadaşlarımızla da buluşturur. Mesela bir yere mi gidilecek; herkese ayrı ayrı tarif vermek yerine herkesin bildiği bir adreste, camide toplanılır. “Yatsı namazında Fetih Camii’nde buluşup oradan gideceğiz.” denilir. Kimi arkadaş gruplarının buluşma noktaları da cami eksenlidir. Eğer her cuma namazında falanca camiye giderseniz, o arkadaş grubuyla görüşür halleşebilirsiniz. Ya da pazar sabahı Eyüp Sultan’da küme küme toplanan dost gruplarını izleyebilirsiniz. Yıllar önce mezun olduğun liseden arkadaşlarını bulmak için büyük uğraş sarfetmen gerekebilir. Ama Sezginler Camii’ne gidersen en azından birisiyle karşılaşma ihtimalin vardır. Camiyi bir buluşma noktası haline getirmek, insanın hayatının da Allah (cc) ve Peygamber (sas)’le de bir buluşma noktasında olduğunu gösterir. Günlük hayatımızın planı saatlerle değil namaz vakitleriyle oluşmalı, her işimiz namaz saatine göre ayarlanmalı. 2 saatlik bir yola mı gidilecek? Öğle namazına 10 dakika varsa, namazın vaktini bekler, namazın tehlikeye girmesini istemezsiniz. Hayat namaz, namaz hayat olur sizin için. Ve eşinize dostunuza randevu verdiğinizde, ağzınızdan gayrı ihtiyari namazdan önce, namazdan sonra çıkar. “Öğlede mi, ikindi de mi geliyorsun?” dersiniz. Farklı bir kapak hazırladık Bu hafta farklı bir kapak dosyasıyla karşınızdayız. Ailem’de bugüne kadar bu tür dosyalar yer almamıştı. Bir edebiyat dergisi olmamasına rağmen şiirden ailelere çıkarılabilecek dersler olduğuna inanarak Üstad Necip Fazıl’ın kısaca hayatını ve şiir felsefesini sizlere sunmaya çalıştık. Sizlerden gelecek olumlu tepkiler bu tür dosyaların devamını sağlayacak. Daha güzel günlerde buluşmak dileğiyle...

Cemaatin bereketi
SERHAT ŞEFTALİ
Eski camilerin bir başka havası vardır. İçinde adeta huzur solursunuz. Gönlünüz dinlenir. Osmanlı camilerinin bu özelliği karşısında yeni camilerin ne eksiği var diye düşünmeden de edemezsiniz. Camiler içinde öyleleri de vardır ki, günboyu adeta dolar dolar boşalır. Geleni-gideni hiç eksik olmaz. Kapısı sabah namazından yatsı sonuna kadar açık kalır. Onlardan biri Sultanahmet biri Bursa’daki Ulucami’dir belki de.
Öğle namazını kılıp, bir direğin dibinde randevu saatinin gelmesini bekleyen Ahmet Bey, cami ve cemaati arasındaki ilişkiyi düşünmeye başlamıştı. Kimbilir kaç insan gelip-geçmişti bu mekandan. Kapılardan hızlıca gelenler, caminin her köşesinden Yaratan’a (cc) kulluğunu arz etmeye çalışıyordu. Bu koşuşturmaların arasında caminin farklı köşelerinde birden bire saf düzeni oluşuyordu. Cemaatle namaz kılmanın önemini bilenler, iki kişi de olsa cemaatle namaza duruyordu. Arkasında sadece arkadaşı olduğunu zanneden insanlar, selam verdiklerinde onlarca insanın da namaza katıldığını görüp şaşırıyordu.

Vakit namazlarında oluşan cemaat bilinen bir durumdu. Ama vakit aralarında üçerli-beşerli bazen 20-30’lu gruplar bir araya geliyordu. Tanımadığınız insanlarla aynı yöne, aynı duygularla yöneliyordunuz.

Kısa bir sürede caminin farklı köşelerinde cemaatle namazlar kılınmıştı. Namazını kılan yine aynı telaşeyle ayakkabılarını alıp çıkıyordu. Bu ufak grupları biraz daha dikkatle incelemeye başladığında, insanların gönüllerini okuyabilir miyim diye düşündü.

Az önce sokakta yürürken selam vermediğiniz insanla, omuz omuzasınız. Sonra, “Allah kabul etsin!” sözleriyle muhabbetiniz ve karşılıklı güvenlerinizi teyit ettiniz. ‘Her inanan kardeştir’ sözünü hatırladınız ve namaz kardeşliğinizi pekiştirdi. Bu iki-üç kişilik namaz size birlikte, aynı yöne, ittifak edebileceğinizi de gösterdi. Namaz kıldığınız omuzdaşınızın adı neydi sahi? İşte cemaatle namazın kerameti mi desek…

Ahmet Bey, bu düşüncelerle caminin hangi köşesinde kimler namaza durmuşsa onları izlemekten vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştı. Yerinden kalkarken, bir genç, “Amca öğleni kıldınız mı? Kılmadıysanız bize imam olur musunuz?” diye sordu. Ahmet Bey, gülümseyerek, “Evlat! Ben öğleni kıldım. Ama siz varın bir cemaat daha oluşturun. Cemaatte keramet varmış. Allah kabul etsin!” dedi.

***


İçinize sinmeyen nedir?
SERHAT ŞEFTALİ
Yer Şişli Etfal Hastanesi, 7. kat. Gördüğü yoğun ilaç tedavisiyle yorgun düşmüş. Bir kolunda serum takılı. Gelen ziyaretçiler ona "acil şifalar" diliyor. Oğlu gelenlerden birine babasının abdest alıp alamayacağını, namazı nasıl kılması gerektiğini soruyor. Gözleri nemli Ahmet Amca’ya abdest alamıyorsa teyemmüm edebileceği, oturamıyorsa yatarak namaz kılabileceği söyleniyor. Ama kimse bunun nasıl yapıldığını bizzat tecrübe etmediğinden bu durumun yadırgandığı hissediliyor. Ahmet Amca ise hasta yatağına iki damla yaş döküyor; "Ben şimdiye kadar namazımı oturarak bile kılmadım." diyor ve ekliyor; "İçime sindiremiyorum bunu."
Yattığı yerden namaz kılmanın ona çok ağır geldiği anlaşılıyordu. "İçime sindiremiyorum." dediği namazı yatarak kılmak, belki de teyemmümle kılmaktı. Belki diliyle söylemiyordu; ama gözlerinden süzülen yaşlarla oradakilere "Siz siz olun sağlığınız yerindeyken namazın hakkını verin." demek istiyordu. Oğlu Tuncay Bey, babasını soranlara, "Sadece dua, sadece dua. Başka bir şeye ihtiyacımız yok." diyordu.
***
"Hayır daha ben gencim" diye düşünüyor, yaşını ağzına bile almıyordu. Kendisini yirmili yaşlardaki gibi hissediyordu. Çevresinde gördüğü liseli gençlerle arkadaşlık edip, onların sohbetlerine katılabileceğine inanıyordu. Devamlı spor elbiseler giyiyor, yaşını göstermeyecek şeylere meylediyordu. Bu düşüncelerin ardından beynine şu fikirler akın ediyordu: "Daha gencim, nasıl olsa şu anda yapılacak şeyleri tehir edebilirim."
Halbuki yaşı otuzu geçmişti. Belki siması yaşını göstermiyordu; ama hâl ve hareketleri de yaşının gereğini temsil etmiyordu. Sanki çocukluktan kurtulamamış bir ergen gibiydi. Olgunluk, anlayış, seviye, karakter, huy, bakış açısı oturmamıştı onda. Geriye dönüp baktığında gençliğinden geriye hatırlayabildiği çok az şeylerin olduğunu görüyordu. Ama bundan ders de almıyor, yaşadığı "an"ın önemini kavrayamıyor, gençlik hülyalarıyla otuzlu yaşlarını da heba ediyordu. Kırklı yaşlarına geldiğinde artık gençlik uzak bir hayal olacağından otuzlu yaşlardaki insanlar gibi davranmaya mı başlayacak dersiniz? Kim bilir, belki!.. Hayatı hep geçmişte yaşayan, olamayacağı bir halle kendini kandıran, elindekileri de kaybeden biri olmamak gerekirdi, değil mi?
***
Kimi insan ömür boyu oturarak namaz kılmadığını düşünür ve imayla namaz kılmayı içine sindiremez. Kimi de "Bak ben gençler gibi giyiniyor, onlar gibi konuşuyor, onlar gibi davranıyorum." diyerek yaşının olgunluğunu gösteremez ve saçındaki bir iki ak teli içine sindiremez. Halbuki içinize sinmeyen yapageldiğiniz güzellikleri yapamamak olsun. İçinize sinmeyen haksızlıklar olsun.

Mekânlar sizin yaşantınızı ve karakterinizi de değiştiriyor mu?
SERHAT ŞEFTALİ
Gittiğiniz yere, mekana ve duruma göre kişiliğiniz farklılık arz ediyor mu?
Çantaları odalarına bıraktıklarında yolun yorgunluğu üzerlerine çökmüştü. Bir toplantı için geldikleri bu yazlık beldede 20 gün kalacaklardı. Toplantıya farklı bölgelerden bayiler katılacak ve ilk 10 gün toplantıyla son 10 gün ise tatille geçecekti. Yataklarında biraz dinlenelim deseler de vaktin artık akşam olduğunu anlamış ve birbirlerine “kalkıp ikindi namazını kılalım” diye seslenmişlerdi.
Yavuz Bey, hararetli konuşması ve çok sık yaptığı esprilerle tanınıyordu. Simasında devamlı bir gülümseme vardı ve savunduğu değerleri anlatmaktan geri durmazdı.
Ersin Bey ise daha sessiz bir insandı. Yavuz Bey’le arkadaşlıkları eskiye dayanıyordu.
Şartlar insanların hayatında birer kilometre taşıdır. Göstereceğiniz direnç ya tamamen kaybolacak ya da artarak devam edecektir. Zorluklar geldiğinde sizdeki iyi hasletler geçici olarak devre dışı kalıyor mu? Bugün olmasa da yarın yaparım diyen iç sesiniz sizi kontrol altına alıyor mu? Her şey normalken siz de normal dinî inanç yaşantınıza geri dönüyor, ahlaki değerlerinizi muhafaza ediyor musunuz? Eğer bunlara “evet” diyorsanız Yavuz Bey’in yolundasınız demektir. Çünkü o 20 günlük sürede otele geldiğinden farklı bir Yavuz olarak ayrılmıştı. İlk gün yeni tanıştığı insanlara toplumsal değerlerden bahsediyor, insan olmanın verdiği hazzı anlatıyordu. Ama toplantı saatleri namaz kılmak için uymuyordu. Namaz kıla. Gittiğiniz yere, mekana ve duruma göre kişiliğiniz farklılık arz ediyor mu?
Çantaları odalarına bıraktıklarında yolun yorgunluğu üzerlerine çökmüştü. Bir toplantı için geldikleri bu yazlık beldede 20 gün kalacaklardı. Toplantıya farklı bölgelerden bayiler katılacak ve ilk 10 gün toplantıyla son 10 gün ise tatille geçecekti. Yataklarında biraz dinlenelim deseler de vaktin artık akşam olduğunu anlamış ve birbirlerine “kalkıp ikindi namazını kılalım” diye seslenmişlerdi.
Yavuz Bey, hararetli konuşması ve çok sık yaptığı esprilerle tanınıyordu. Simasında devamlı bir gülümseme vardı ve savunduğu değerleri anlatmaktan geri durmazdı.
Ersin Bey ise daha sessiz bir insandı. Yavuz Bey’le arkadaşlıkları eskiye dayanıyordu.
Şartlar insanların hayatında birer kilometre taşıdır. Göstereceğiniz direnç ya tamamen kaybolacak ya da artarak devam edecektir. Zorluklar geldiğinde sizdeki iyi hasletler geçici olarak devre dışı kalıyor mu? Bugün olmasa da yarın yaparım diyen iç sesiniz sizi kontrol altına alıyor mu? Her şey normalken siz de normal dinî inanç yaşantınıza geri dönüyor, ahlaki değerlerinizi muhafaza ediyor musunuz? Eğer bunlara “evet” diyorsanız Yavuz Bey’in yolundasınız demektir. Çünkü o 20 günlük sürede otele geldiğinden farklı bir Yavuz olarak ayrılmıştı. İlk gün yeni tanıştığı insanlara toplumsal değerlerden bahsediyor, insan olmanın verdiği hazzı anlatıyordu. Ama toplantı saatleri namaz kılmak için uymuyordu. Namaz kıla

Din görevlileri ve idealist olma...
SERHAT ŞEFTALİ
Din görevlileri; maaşı düşük ancak yaptığı işin manevi yükü ağır basan devlet memurları. Onlara kimileri “Namaz kıldırma memuru”, kimileri de “Caminin bekçileri” olarak bakmış. Kimilerine göre ise irticanın ta kendisi. Bir anlamda görevleri ve sorumlulukları maliyede, hastanede ya da herhangi bir devlet dairesinde çalışandan farklı sayılmaz. Çalışanlar devlet memuru olunca çalıştıkları yerin de devlete bağlı bir kurum olma durumu da hasıl olmuş ki; bugün camilerin devlete bağlı olduğu bilinir. Bir devlet kurumu olarak camilerin henüz kamusal alan olup olmadığı tartışması yapılmıyor; ama gelecekte olmayacağını kim söyleyebilir?
İmam ve müezzinlere biçilen rol namaz kıldırma memurluğundan da öteye geçmelidir. Çünkü dini anlamda da bir sorumluluk ve yükümlülük bulunuyor. Vazife her ne kadar devlet tarafından belli alanlarla sınırlandırılmışsa da o alanların içini dolduracak (alanın dışına çıkılacak demiyorum) olan yine din görevlileri olacaktır. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı’nın din görevlilerine yüklediği misyonda camisine gelen yüzlerce insana doğru ibadeti, doğru inancı öğretmek de geçiyor. Ama, “Bugün binlerce camide bu görev layıkıyla yapılabiliyor mu?” sorusuna kimse “evet” diyemiyor. Çünkü camilerin renk cümbüşü kadar, cemaate emek harcanmıyor. Bürokrasinin ve şekilciliğin en çok uygulandığı bir kurum olan Diyanet camiasındaki bu durum din görevlilerinin de bürokrasi odaklı olmalarını doğuruyor. Birçok yerde cemaatin camiye katılımı her hafta istenen paradan öteye geçmiyor. Zaten cemaat de camideki görevlileri cami dışında tanımıyor. Din görevlilerine yüklenen sosyal misyon da böyle bir ortamda buharlaşıp gidiyor.

İmam ve müezzinlik bir memurluktan öte, manevi sorumluluğu olan bir görev. 24 saat isteyerek, severek çalışılmadan bu görevin hakkı tam olarak yerine getirilemez. Açıkçası gönül vermeyince olacak bir iş de değil. Sıkıntılar, asıl gayeyi unutturmamalı. Milyonlara hitap eden bir kitlenin bu ulvi görevini mercek altına almak ve “asıl gayeyi” ve “olması gerekeni” sorgulamak istedik.

Camiyle tanışmaya götüren yollar olmalı
SERHAT ŞEFTALİ
Elinden kendisini çeken oğlunu daha fazla kıramadı, “Tamam” dedi. Giyinip evden çıktıklarında parkın nerede olduğunu bilmiyordu. Yeni taşındıkları muhite yabancıydılar. Köşedeki bakkala sordular parkın yerini. – İki sokak sonra sağa dönün, caminin yanında. Bir banka oturduğunda oğlu Aycan kaydırakların üstüne çıkmıştı bile. Etrafına bakınırken parkın bahçe duvarlarının aynı zamanda caminin de duvarları olduğunu görüp biraz garipsemişti. Caminin geniş bir avlusu vardı. Onun yanında yemyeşil ağaçların altında bir dinozor kaydırak, ejderhadan yapılmış salıncaklar ve tahta evler vardı. Baba–oğulun park gezilerine zaman zaman anne Lale hanım da katıldı. Aycan koşup oynuyor, onlar da ağaçların altındaki banklarda sohbet ediyorlardı. Yine böyle bir günde Aycan koşarak gelmiş ve tuvaleti olduğunu söylemişti. Eve yetişemeyeceklerini anlayan Birol beye eşi “Caminin tuvaletine götür.” demişti. Oldu olası camilere ısınamamıştı. Tereddütle caminin tuvaletine girdiğinde tahayyül ettiği kötü manzarayla karşılaşmayınca şaşırmıştı. Her taraf pırıl pırıldı. Lavabolardaki aynalar, kâğıt havlular onun şokunu daha da artırmıştı. Çıkışta elini cebine attı; ama para verecek bir camekân göremedi. Yaşlı bir dede ona, “Oğlum tuvalet ücretsiz.” dedi. Parkı seven Cumhur ailesi yine böyle bir park gezisi sırasında konuşmaya dalmış, Aycan’ı unutmuşlardı. Leyla hanım, oğlu Aycan’a bir göz gezdirip göremeyince telaşlanmıştı. Parkın her yerine baktıkları halde Aycan yoktu. Oğullarıyla oynayan küçük kıza onu sorduklarında arkadaşı Servet’le birlikte camiye gittiğini öğrendiler. Biraz tereddütle ayakkabılarını çıkardığında içinde bir korkunun varlığını hissetti. 35 yaşına gelmişti; ama bir camiye gittiğini hiç hatırlamıyordu. Sadece arkadaşlarından camiyle ilgili kötü izlenimler dinlemişti. Oğlu Aycan’ı ön taraflarda bir sütunun dibinde gördü. Namaz kılan insanlar vardı, “gidebilir miyim” diye düşündü. “Bana kızarlar mı acaba!” diye içinden geçirdi. Oğlunu gidip almaya karar verdiğinde yavaş adımlarla geçti insanların arasından. Aycan eline aldığı tesbihlerle oynarken çevresini de merakla izliyordu. Babası elinden tutup çekti; ama gelmek istemiyordu. Birol bey de oturup namaz kılanları izlemeye koyulduğunda gözleri camiye ve cemaate daldı. Zannettiği gibi pis halılar yoktu. Aksine tertemizdi ortam. İnsanlar da asık suratlı değil, sevecendi. Namazını bitiren bir dede onların yanına gelmiş Aycan’ı kucağına alıp sevmişti. Birol bey oğlunu o yaz camiden almak için birkaç kez daha camiye girmişti. Hatta bir keresinde hocanın sohbetine takılmış, kalkıp gidememişti. Birol beyin hayatını bir çocuk parkı değiştirmişti. Cami avlusundaki bir parkla camiye ısınmış, 35 yıllık hayatında bir camiye adım atmıştı. Birol beyin her dost sohbetinde şöyle dediğine herkes şahit oluyordu artık: – Camiyi yaptıranlar eğer yanına çocuk parkını da düşünmeselerdi ben ve çocuğum camiyle tanışmayacaktık. Allah caminin yanına çocuk parkını da düşünenlerden razı olsun.

Dost, sanki insanın ikinci kendisidir
SERHAT ŞEFTALİ
Gece saat 24.00. Mutfakta kaynayan çaydanlığın sesi geliyor. Bardaklara konulan çay kaşıklarının tıngırtısı, gecenin sessizliğinde yankılanıyor. Üç kişi halının üzerine bağdaş kurmuş gelecek çayları bekliyorlar. Sadullah Bey ve üç arkadaşının sohbetleri, “Artık geç oldu. Yarın işe gideceğiz.” sözleriyle noktalandı. Sadullah Bey kahvehaneye gitmeyi seven bir insan değildi. O ortam ona haz yerine huzursuzluk veriyordu. Hele sigara dumanı nefesini kesiyor, üstüne sinen kokudan çok rahatsız oluyordu. Onu tanıyanlar bunu bildikleri halde Sadullah Bey’in iki aydır neden kahvehanelere gittiğini çok merak ediyorlardı. Üstelik onun kahveye gidiş saati de çok ilginçti. Herkesin kahvehaneden ayrılma saatinde o kahveye gidiyordu. Saat 22.00’yi geçti mi “Ben biraz dışarıya çıkacağım.” derdi. Aslında devamlı gittiği bir kahvehane de yoktu. Mahalledeki beş kahvehaneyi her gece tek tek ziyaret etmesine de bir anlam veremezlerdi. Işıkların teker teker söndüğü bir saatte üç dört kişi gece çayı içmeye gelirdi. Koyu bir muhabbet başlar, çaylar yudumlanırdı. Bazen “Namaz kılmamıştık” derler ve namaz kılmak için hazırlanırlardı. Sadullah Bey’in haftanın çoğu günü kahve ziyaretlerinde bulunması ilginç hikayeleri de ortaya çıkarıyordı. Kim bilir belki de o, sonu kötü bitecek hikayelere müdahale etmek istiyordu! Eşiyle kavga edip kendini kahvenin dumanlı havasına atan Sezgin, kurulan masada kumar oynuyordu. Omuzuna dokunan el kimin diye dönüp baktığında şaşırıp kalmıştı. Sadullah abinin burada bu saatte işi neydi? Utandı, yüzü kızardı. Bu nedenle de “Çaylara bizim evde devam edelim.” teklifini geri çeviremedi. O gece çay sohbetinin konusu nefse hakim olmaktı. Aradan geçen iki ay sonunda Sezgin, bu sefer başka bir kahvehaneye gitmişti. Hem de mahallenin en uzak kahvehanesiydi bu. Onu da masaya çağırıp halkayı kurmuşlardı. Ama omuzuna dokunan elin sahibine bu sefer çok istekli bakamamıştı. Ağzından çıkan “Sadullah abi!” sözüne de hakim olamamıştı. Suçlu bir çocuk gibi o gün Sadullah abinin peşine takılmış, “Haydi bize gidiyoruz” demesine hiç ses çıkaramamıştı. O gece Sezgin, çok az olan maaşını neden bir masada kaybetmeyi düşünebildiğini anlattı. “Hayatımda iki kez kumar işine bulaştım. İlki iki ay önceydi. Diğeri de bu akşam. İkisinde Sadullah abiye yakalandım!” Yaşadıkları karşısında şaşkın; ama tevbe etmiş bir halde şunları söylüyordu: “Bir daha elime almayacağım o kağıtları. Evimin, eşimin rızkını moralim ne kadar bozuk olsa da bu yola harcamayacağım.” Sadullah Bey ona, fırında sıcağın karşısında saatlerce çalışıp kazandığı rızkını kötü bir yolda harcamaması gerektiğini anlattı. Sıkıntıların sabırla, aşkla, şevkle aşılabileceğini söyledi. Sağlığın en büyük nimet olduğunu hatırlattı. Eşine karşı hakkaniyetli davranmasını istedi. Sezgin de o günden sonra kahvehaneye sadece arkadaşlarıyla çay içmeye gitti. Eşi ondaki bu değişikliğe o kadar sevindi ki anlatılamaz. Sadullah ağabey mi? Aradan yıllar geçti... O hâlâ tatlı sesiyle gönüllere huzur vermek, elini omuzuna atacağı insanlar bulmak peşinde. Allah onun gibi dostlarına yâr ve yardımcı olsun.

Selametin ve huzurun temsilcisi olmalıyız
SERHAT ŞEFTALİ
Bilal-i Habeşi (ra), Efendimiz Muhammed Mustafa (sas)’nın vefatından sonra Medine’de kalamayacağını söyleyerek Şam’a gitmişti. Medine’nin her yerinde O’nu gören, O’nu hatırlayan ve kokusunu hisseden Bilal-i Habeşi dayanamamıştı Allah Resulü’nün ayrılığına.

Nitekim yıllar sonra Medine’ye ziyarete gelen Bilal-i Habeşi (ra)’den ezan okuması istenir. O ezan okurken Medine ahalisi eski günleri hatırlar ve koşarak gelir. Allah Resulü’nün geri geldiğini düşünürler. Allah’ın evi olan Kâbe’de, Allah Resulü’nün medfun bulunduğu Mescid-i Nebevi’de namaz kılmak aslında zor ve bir o kadar da zevklidir. Gözlerinizi kapatıp artık Kâbe’yi tahayyül etmenize gerek yoktur. İşte o karşınızda duruyor. Ama ya biz. Ya bizim kalbimiz. İşte cürmümüzden temizlenememiş, tövbe kapısına sarılamamış, teslimiyetin son noktasına ulaşamamış biz... Mescid-i Haram bir mesafe alma yeridir. Nefesimizi tutup Allah (cc)’ın bize uzattığı nimetlerin ve imkanların ipine sarılıp selamete tırmanmalıyız. Temizlenmeli, gelirken getirdiğimiz günahları tövbe sabunuyla yıkayıp öyle çıkmalıyız bu diyardan. Ya gitmeyenler, ya bu diyarı hiç görmeyenler, ya hiç gelemeyecek olanlar... Siz de kalbinizi bir Mescid-i Nebevi, bir Harem-i Şerif yapabilme gayretinde olmalısınız. Her gittiğiniz yere Allah (cc)’ın evinin selametini, emniyetini, huzurunu götürmelisiniz. Her adım attığınız yere Allah Resulü (sas)’nün aşkını, sevgisini, insanlarla olan o güzel diyaloğunu sunabilmelisiniz. Çevreniz “Bu insandaki güzel hava, bu güzel şey de ne ola ki?” diye sormalı. Sorulan soruların cevabı da “Allah (cc)’a ve Peygamber (sas)’e imanın bir eseriymiş” olmalı. Size bakanlar samimiyeti, huzuru ve güveni görebilmeli. Hac insanda bu etkileri yapmalı ve değişim kaçınılmaz hale gelmelidir.

Belli dakikaları itikaf niyetiyle geçirebiliriz
SERHAT ŞEFTALİ
Sabah erken saatlerde başlayıp gece yarılarına kadar süren işleriniz... Pazar, alış-veriş, market, ihtiyaçlar, yani eviniz... Hastalık, dersler, haşarılıklarla çocuklarınız... Ev işleri, gezmeler, çocukların ihtiyaçlarıyla uğraşan eşiniz... Ve siz... İnsan bazen durup bir nefes almak ihtiyacı hisseder. Hayatınızın akışının daha verimli olmasını istiyorsanız yapacağınız rota değişikliğinin kuşbakışı değerlendirmesini de yapmak zorundasınız. Halbuki biz sorunlarımızla yüz yüze gelmek şöyle dursun kendimizden kaçarız. Kendi içimizdeki “ben”in sesini duymamak için gürültü yapar, kulaklarımızı tıkarız. Bazı insanlar sorunlardan kaçmak için “başımı alıp gideceğim” der. Gitmek sorunların halli için bir çözüm müdür? Dünyanın öbür ucuna da gitseniz aynanın karşısına geçtiğinizde yine kendinizi göreceksiniz. Dışarıya yapacağınız kilometrelerce seyahat yerine içe birkaç metrelik yürüyüş yapmak sorunların çözümünde size daha fazla yardımcı olacaktır. Kendine vakit ayıranlar ve hayata kitapların sayfalarından bakmaya çalışanlardan biri de Hakan bey. Yazın köyünde geçirdiği 2 ayı verimli değerlendirmek için planlar yapmış, okuyacağı kitapların listesini çıkarmıştı. Öğrenci arkadaşlarıyla ilk defa “Bir kitap okuma saati koyalım.” denildiğinde ona ne kadar sıkıcı gelmişti bu durum. Her akşam o bir saat geçmez oluyor, ofluyor; ama arkadaşlarına da bir şey diyemiyordu. Bir sene boyunca bitirdiği kitap adedi 10’u geçtiğinde okumanın doyumsuz bir şey olduğunu anlamıştı. Susuzluğunu gidermek için okuyor, okuyor ve yeni kitaplara göz dikiyordu. Bu alışkanlığını köyüne taşıdığında bir yazı epey verimli geçirebileceğini düşünmüştü. Soğukların bastırdığı şu günlerde yanan sobanın ya da kalorifer peteğinin dibine oturup kitaplarla hasbıhal etmek, geçmişe gidip tarihi seyreylemek mümkün. Bu hafta Peygamber Efendimiz (sas)’in neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bir sünnetini kapağımıza taşıyoruz. İtikaf neden önemli, bizlere ne sağlar, nasıl yapılır? sorularının cevabını bulacaksınız. Herkes gücünün yettiği oranda bunu yapabileceğini öğrenecek ve kendinizi dinleme, kendinizle baş başa kalma fırsatı bulacaksınız. Çünkü Kur’an, dua, kitap ve Allah Resulü (sas) bizleri bekliyor... Haftanın belli günlerini, günümüzün belli dakikalarını itikaf niyetiyle geçirebilir, bu zaman diliminde Kur’an okuyup, dua edebilir, namaz kılıp dini ilimlerde yol katedebiliriz.

Ramazan, hayatımıza çeki düzen vermeye geliyor
SERHAT ŞEFTALİ
Ramazan ayı insanı planlı programlı davranmaya iten bir ay. Gündemimizin ana maddesi ister istemez sabah ve akşam ezanı vakti oluyor. Ezanı, camiyi, namazı hissetmeyen, bilmeyen de “Allah-ü Ekber” sesini bekliyor. Yani bir yerde maneviyat frekanslarını almaya hazır bir vaziyette bulunuyor. İşte bu havayı yakalamak ve iyi değerlendirmek gerekir. Demir tavında dövülürmüş. Kalp, almaya hazır hale gelmişse onu boş çevirmemek gerekir.
Ramazan’ın havasını yakalamak adına da gayret etmeli, en ufak fırsatları büyük adımlara çevirebilme maharetini sergilemeliyiz. Ramazan’a ‘merhaba’ derken aynı zamanda “iman ve selamete” de ‘buyurun’ diyebilmeliyiz.
Hayat insanı hırpalıyor, bazen bütün enerjisini alıp götürüyor. Artık hiçbir şey size zevk vermiyor, yaşama amacını unutmuş, rüzgârın kâh o yana kâh öbür yana savurduğu bir insana dönmüşseniz; Ramazan’ı önümüze çıkan önemli bir fırsat olarak görebiliriz. Çünkü Ramazan bereketiyle, samimiyetiyle, neşe ve bütün güzelliğiyle geliyor. Sahur ve iftarların başlamasıyla sanki ortalık efsunlanıyor, hayrına verilen yardımların, yemeklerin ardı arkası kesilmiyor.
Milyonlarca insan yakın saatlerde sahura kalkıyor, oruç tutuyor, iftar ediyor, teravihe gidiyor. Bir ay boyunca yüreklerin topluca attığı gerçekten hissediliyor. Yani Ramazan bize yüreklerin bir arada atması için akort fırsatı tanıyor.
Ramazan demek aynı zamanda tempo demektir. Adımlar düzenli atılmalı, randevular saatinde yapılmalıdır. Vakit dar ve sınırlıdır. Bu da bizi düzenli bir hayata zorlar. Saatleri değil dakikaların hesabını yaparız. İftar yemeği, akşam namazı ve ardından teravih bir programın ürünüdür. Günlük hayata Kur’an okumak, tesbihat yapmak, namaz kılmak daha fazla girer. Her şey daha anlaşılır ve daha yaşanılır bir hayat içindir. Allah’a olan bağlılık pekiştirilir, “Ya Rab! Her günümüzü Ramazan kıl!” diye dualar edilir.
Ramazan’a hazırlanmak, Ramazan’a hazırlamak istiyoruz. İlk sahur, ilk iftar öncesi gündemimize Ramazan’ı getirmek için bir dizi çalışma yaptık. Ailem’in Ramazan sayısını beğeneceğinizi umuyoruz.

Zihinleri formatlamalı, ilgili programları yeniden yüklemeli
SERHAT ŞEFTALİ
Her güne yeniden başlamalı, her doğan güneşi ilk kez temaşa ediyormuş gibi hissetmeli. Yazın sıcaklığını hissettiğimiz, ağaçların yemyeşil örtüye büründüğü şu günlerde, zihinlerimizi yeniden bir denetime tâbi tutmalı, silkelemeli, çürük ve yanlışları ayıklamalıyız. Zihinlerimizi silkelemeli, niyetlerimizi tazelemeliyiz. Varla yoku, olanla olmayanı, yaptıklarımızla yapamadıklarımızı, doğru sandıklarımızla gerçekten doğru olanları yeniden gözden geçirmeliyiz. Kim bilir belki de rotamızdan şaştık, haberimiz yok! Kim bilir bizleri “doğru ve güzel”e götürsün diye bindiğimiz “düşünce ve eylem” çapsız ve sahte çıktı! Durup yeniden düşünmek için uzun zaman dilimlerine ihtiyaç yok. Bazen bir “an” bile yeterli.
Alışkanlıklar, yeniden gözden geçirilmesi gerekenler listesinin ikinci sırasında olmalı. Kim bilir edindiğimiz ne çok saçmasapan alışkanlıklarımız var ve onları yıkılmaz bir tabu kabul edip dokundurtmuyoruz? “Bana göre”, “Benim fıtratım”, “Benim alışkanlıklarım” diye diye içimizde büyüttüğümüz devasa “dokunulmaz”ları hayatın gâyesi haline getiriyoruz. Hayır! Hayatın gâyesinin onlar olmadığını, yeniden düşünme ve karar verme durumundayız. Alışkanlıklar, imana, İslam’a paralel olmalı, aks-i seda fısıltısı bile işitilmemeli değil mi? İşte size hayata dair birkaç not. Eminim her birinden alınacak çok dersler vardır:

***

Kalp kırıklığı Allah’a teveccüh imkanı sağlar. Çünkü Allah kalbi kırıklarla beraberdir.

Dua ederken günahlarımızdan da tevbe etmeli onları zikretmeliyiz.

***

İstiğfar; devamlı tövbe vechesiyle yaşamaktır.

Günah, Allah’a muhalefettir.

Tövbe, Allah’la (cc) mutabakata varma çabasıdır.

En güzel dualardan biri: “Allah’ım Senin muradını benim muradım eyle.”

Tövbe etmek için illa günahkar olmak gerekmez.

Bizim kulluğumuz cehennemin ateşini söndürmeye yetmez. Önemli olan kişinin tarafını belli etmesidir.

***

Zihinlerin silkelenmesi gerekiyor.

Niyetlerin tazelenmesi gerekiyor.

Alışkanlıkların yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor.

***

Biz manevi anlamda “kalp yetmezliği” çekiyoruz.

Allah’la aramıza telefonlar girdi. (Camide telefon çalması konusu)

Namaz “Bir Numara” gündemimiz olmalı.

Hayatı anlamsızlaştıran her şey magazin ise; biz de “no magazin” demeliyiz.

Abdestin her bir ögesinin ne mânâya geldiğini biliyor muyuz?

Kulluk kariyeri yapabildik mi?

Kendimize, 5 yıl içinde ben düzenli teheccüd kılan bir insan olacağım hedefi koyabiliyor muyuz?

***

İçinde bulunduğumuz şartları hayra dönüştürebilelim. Hayrın bir şablonu yoktur. Fasıkların haberiyle sadıkların haberini ayırt edelim.

İhlasa riya kapısı kapatılmadan girilmez.

Camiler renk cümbüşü olmalı mı?
SERHAT ŞEFTALİ
Camiler insanlara huzur verir. Camilerin her bir karesinde bu huzurun soluklanması için çaba sarf edilir. Camideki ışık, minberdeki ses, secde ettiğiniz halı, duvardaki hat sizi o ulvi hissiyata taşımada yardımcı olur. Eski camilerimizde duyulan huzurun neden kaynaklandığını çözmeden, yeni bir ibadethaneye tuğla koymak doğru olur mu?
Namaz kılarken gözler caminin duvarlarında gezmemelidir. Ama duvarlar da insanı karamsarlığa, üzüntüye, kaosa itmemelidir. Her türlü rengin kullanıldığı, neyi anlattığına bir türlü karar verilemeyen çiniler (birçoğunda banyo fayansı) camilerin her tarafını kaplamakta. Her boşluğun doldurulması elzemmiş gibi çiziktirilmemiş bir alan kalmaması ise ayrı bir durumdur. Kirlenen duvar, üzerindeki güya kalemişi desenler yüzünden boyanamamaktadır artık. Her duvarın süslenmesi şart mıdır? Her süs insana huzur duygusu verir mi? Birileri, “Bu süsler genel zevk anlayışımızı yansıtıyor” diyebilir. O zaman motiflerin camilerin dışında “kullanılmaması” izah edilmeye muhtaç değil midir? Eski camilerimizin paha biçilemeyen çinilerinin kopya desenlerinin üzerinden uzanan kablolar, kalorifer boruları, hoparlörler, ampuller bu karmaşaya karmaşa ekler. Dekorasyon, dizayn denilen şey neden hiç uğramaz huzur duyacağımız bu mekanların çoğuna.

Her camide çoğu zaman kullanılmayan koskocaman avizeler vardır. Yandığına şahit olanlar azdır. Çünkü daha çok enerji tasarrufu sağlayan floresanlar kullanılır. O halde devasa avizeler neden vardır? Işıklandırmada da özen gösterilemez mi, son teknolojinin getirdiği yenilikler tercih edilemez mi?

Diyanet İşleri, camiler için 3 örnek planı sitesinde yayınlıyor. Diyanet İşleri Başkanı sayın Ali Bardakoğlu da bu konuda müftülükler aracılığıyla önlem almaya çalışıyor belki. Ama her caminin de birbirine benzemesi gerekiyor mu acaba? Daha zarif, inceliği içinde barındıran mimariler üzerinde çalışılabilir. Modern teknolojinin nimetlerinden yararlanmak için fazlaca gayret gösterilebilir. Böylece her şeyi bitmiş camilerde, duvarların üzerinden kablolar, gereksiz teller geçirilmemiş olur. İnsanları sakinleştirecek renkler tercih edilerek de duvarlar renk cümbüşüne dönüştürülmez.

Camilerimiz, eski camilerimizin ucuz kopyaları mı olmalı; yoksa daha özgün ve kaliteli mi? Mekanın büyüklüğü ya da yüksekliği ihtişamı, güzelliği göstermez. İnandığın değerleri de yüksek kubbeler yaparak yüceltmiş olmazsın. Asla ısıtamayacağın, asla dolduramayacağın bir mekana yıllarca para toplamak akıl işi mi? Her ile, her ilçeye bir Süleymaniye, bir Selimiye yapmak doğru mudur? Halbuki her yörenin kendine has bir tarzı var ve bunlar ibadethanelerimize neden yansımasın? Mü’min ince, zarif ve kibardır. Bunun tezahürlerini kutsal mekanlarda görmek gerekir.

Hiç yorum yok:

Powered By Blogger