28 Eylül 2007 Cuma

namaz (ali demirel) 2

Ezan, kâinatı huzûra çağırır

ALİ DEMİREL
Ezan, dergâh-ı ilahiyeye ilan edilen bir kulluk ve bağlılık tezkeresidir. Namaz öncelerinde gökleri şenlendiren kutlu kelimeler, kulların Rablerine karşı ilan ettiği bir şehadet yenilemesidir. Ezan, huzur ve saadete çağrıdır. Bu çağrıya kulak verenler ve gereğini yerine getirenler hem bu dünya hem de öte dünya saadetinin kapısını aralamış demektir. Ezandan önce namaza çağrı için boru öttürme, çan çalma gibi şeyler teklif edilmişse de, Allah Resulü (sas) onları kabul etmemişti. Çünkü madem namaza çağrı yapılacak, o halde bu çağırma işi, namazın ruh ve özünü ifade edebilecek bir kısım kelimelerle yapılmalı ve insanlar onu duyduğu zaman ürpermeli, yüce bir huzura çıkacaklarını anlamalıydılar. Öyle ise bunlar herhangi bir sözle değil, yine Allah’ın ilham edeceği mübarek kelimelerle olmalıydı. Neticede Allah (cc), ilham ettiği lafızlarla da ezan–ı Muhammedî'yi ayrı bir güzelliğe ulaştırmıştır. Bu yüzden alimler, ezanın kelimelerine, onun rükünleri nazarıyla bakmışlardır. Yani bir iftitah tekbiri, bir kıyam, bir kıraat nasıl ki namazın rüknü ve onun bir parçasıdır, onlar olmadan namaz olmaz; ezanın kelimeleri de onun rükünleridir, onlardan biri olmazsa ezan olmaz. Ezanı farklı lafızlarla seslendirme de aynı hüküm içinde değerlendirebilir. Çünkü, mesela “Allahu Ekber, Allahu Ekber” sözüyle vicdan, bir hususa uyarılıyor. Bilindiği gibi, “ekber” kelimesinin, Türkçe manası, “en büyük” demektir. Fakat bu, başka büyükler var da, Allah (celle celâluhu) onların en büyüğü demek değildir. Sadece asıl mânâyı kelime kıtlığından dolayı bu kelimeyle tercüme edebiliyoruz. Bunun ifade ettiği gerçek manayı verecek olursak, şöyle diyebiliriz: “Büyük, sadece ve sadece Allah’tır. Halledilmeyen zorluklar sadece O’nun kapısında halledilir; aşılmaz görünen şeyler, ancak O’na müracaatla çözülür.. bu yüzden kulluk sadece O’na yapılır..” Ve sonra, “Şehadet ederim ki, O’ndan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun resûlüdür.” diyerek tanıklık edilir. Sonra, “Haydin bunalımdan, binbir çeşit sıkıntıdan namaza koşun...” çağrısı yapılır. Yapılan bu çağrı “Felaha koşun” kelimeleriyle bir kere daha tekrar edilir. Çünkü felah, kendisinden başka büyük olmayan Zat’ın kapısındadır. Namazın bir kurtuluş vesilesi olduğunu Kur’an–ı Kerim, “Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir; onlar ki namazlarında huşu içindedirler.” (Müminun, 23/1, 2) ayetiyle teyit eder. Bu yüzden ezan okunurken, her ferdin bu mübarek kelimelerin manalarını mülahaza ederek söylemesi sünnettir. Ezan okunurken gezip hareket etmeden her kelimenin tekrar edilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Çünkü namaza konsantre olmak için ezanla ve ezanın getirdiği ruh ile bütünleşmek gerekmektedir. Bu dua halk arasında ezan duası olarak bilinmektedir. Allah Resulü (sas), “Ezandan sonra kim bu duayı okursa, kıyamet günü mutlaka şefaatim ona helal olur.” buyurmuştur. Mümin, yapmış olduğu bu dua ile, kılacağı namazın, Hz. Peygamber’in elinin kendisine ulaşmasına vesile olmasını, Efendimiz’in de Makam-ı Mahmud’a ulaşmasını ister. Çünkü o makamda “Livâü’l-hamd” (Hamd sancağı) vardır ve Efendimiz’in o makamı elde etmesi halinde ancak ümmet-i Muhammed Mahşer'de onun altında toplanabilecektir. Ezan duasını kolayca öğrenebiliriz “Ey bu eksiksiz davetin ve kılınan namazın sahibi olan âlemlerin Rabbi olan Allah'ım (cc). Hz. Muhammed’e (sas) vesileyi ve fazileti nasip et. O’nu, makam-ı Mahmud üzere dirilt. Sen hiçbir şekilde vaadinden dönmezsin. Amin”

Namaz canlıların tesbihini hissedebilmektir

ALİ DEMİREL
Namaz, ruhen ve kalben incelmek, aczini ve fakrını bilerek Rabb’e (cc) yönelmektir. Namazın özü “tesbih, tahmid ve tekbir”dir. Kâinata baktığımızda aynı ibadetleri görebiliriz. Namaz, yaprakların hışırtılarında mevcudatın yaptığı tesbihi hissedebilme boyutudur.
İnsan, insan olarak yaratılmıştır, dolayısıyla belli bir idrak sahibidir. Bu özelliğiyle o, adeta bütün mahlukatı temsil makamındadır. O kadar ki, eşyayı, eşyanın ötesinde esmayı, esmanın ötesinde Allah’ın sıfatlarını bilme iddiasıyla Cenab-ı Hakk’ı bilme gayreti içinde atını mahmuzlar, o sahillere doğru yelken açar ve, “Seni bilmek ve tanımak istiyorum Allah’ım!” der.

İnsan, bütün mahlukatı idrak edebilen bir varlıktır. Hele hele günümüzde onun eşya ve hadiseleri hallaç etmesinden onun ne derece derinlemesine taşa-toprağa nüfuzlu olduğu görülmektedir. Yine o, fiziğin, kimyanın, astrofiziğin, tıbbın kanunları ile bunlara bir buud kazandırıp nice yüksek hakikatlere ulaşmaktadır. Buna rağmen günümüzde bir kısım insanlar, eğer hâlâ dalâlet ve cehalet vadilerinde dolaşıyorsa bu, onların ilme bakışlarındaki yanlışlıktan kaynaklanmaktadır. Onlar, bakış açılarını ayarlayamamışlardır. Çünkü ilim, imanın mihrabıdır. Bir insanın bilip de inanmaması, iman mihrabına teveccüh edememesi düşünülemez.

Mesela bir tıp diyelim; o baş döndürücü insan anatomisi, insan fizyonomisi karşısında bir insanın inanmaması hayret verici bir durumdur. Onlar o denli bir ahenk içinde çalışmakta ki, bu arızasız ve kusursuz sistemin hiçbirisi sebeplere bağlanamaz. Yine etrafa baktığımızda ağaçlar dimdik ayakta durur ve rüzgâr kendilerine dokundukça “Hu” “Hu” diye Allah’ı tesbih ederler. Sular “Hu” “Hu” diye başını taştan taşa vurarak akar. Hasılı bütün varlık O’nunla kaimdir ve O’nu tesbih ederler. Dolayısıyla hepsinin kendine göre bir ibadet şekli vardır.

Allah dostları ağaçların kendilerine has hışırtıları karşısında kendilerinden geçerler. Çünkü onlar, o seslerin içinde meleklerin ve diğer ruhanilerin adeta soluklarını duyar, onların kendi fıtrat kanunları içinde yatıp kalkmakla Allah’a karşı kulluk vazifelerini eda ettiklerini bilirler. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de: “Allah, her canlıyı sudan yarattı: Kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir” (Nur, 24/45) buyurmaktadır. Bu yönüyle insan, namazda kıyamda durmakla adeta ağaçlara ait bir durumu görür ve: “Allah’ım, bunlar yerlerinde duruyorlar, eşya ile çok münasebete geçemiyorlar. Bir arı kadar dahi eşya ile münasebete geçemediklerinden dolayı garip, kimsesiz ve yalnızlar. Allah’ım, bu ne lütufdur ki, ben bütün eşya ile münasebete geçebiliyorum” der.

***

SÜBHANE RABBİYE’L-AZİM NE DEMEK?

Yine yeryüzünde iki büklüm olmuş, dört ayağı üzerinde emekleyip duran varlıklar vardır. Fıtratın kanunları içinde onlar da Rabb’ilerine karşı yaratılış görevlerini yerine getirirler. Zira o fıtrat üzere yaratılmış olmanın, onların sırtlarına yüklemiş olduğu ödevler vardır. İşte insan onları bu vaziyette görünce: “Allah’ım, mahlukat içinde iki büklüm olanlar da var. Bir hayat boyu iki büklüm ve şuursuz yaşıyorlar. Her ne kadar şuursuz yaşasalar da, onlar Sen’i hisleri ile biliyor, seziyorlar veya Sen’in kanunlarınla sağa sola sevk olunuyorlar. Ve böylece hayatlarını devam ettiriyorlar. Ama Sen bana bir şuur, bir irade vermişsin.” deyip rükuya gider ve bütün bunları bana ihsan eden Sen’sin. Sen’i tesbih ve takdis ederim manasına, “Sübhane Rabbiye’l-azîm” der.

Sonra da yerde sürünüp emekleyen varlıkları görür, onlarla kendi arasındaki mesafeyi düşünür ve Allah’ın kendisine olan lütuflarını mülahaza ederek secdeye kapanır. Neticede tevazuun bu derece mahviyetle bütünleşmesi içinde Allah’a en yakın olma anını elde eder. Bu yakınlığı değerlendirerek, “Allah’ım, ben nefsime çok zulmettim. Günahları ancak Sen affedersin. Öyle ise beni, şanına layık bir mağfiretle bağışla, bana merhamet et. Sen affedici ve merhamet edicisin” der, inler ve istiğfar dilenir. İşte mümin, baştan sona namazın her rüknünde böylesi bir temsille ve duygu, düşünceyle Rabb’inin huzurunda durur. Bütün mahlukat adına O’na kulluğunu arz eder.


Öğle, akşam ve yatsı namazlarından sonra yapılabilecek bir tesbihat
ALİ DEMİREL
Namaz tesbihatından sonra şu tesbihat da yapılabilir: ‘Fa’lem ennehû’ denir ve 33 defa ‘Lâ ilâhe illâllâh’ okunur. Sonra ‘Muhammedu’r-resûlullâhi sallallâhü teâlâ âleyhi ve sellem’ denir. Besmele çekilip; ‘İnnallâhe ve melâiketehû yusallûne ale’n-nebiyy; yâ eyyühellezine âmenu, sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ’ âyeti okunup ‘Lebbeyk’ denir. Müteâkiben; ‘Allâhümme sâlli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ ali seyyidinâ Muhammedin biadedi külli dâin ve devâin ve bârik ve sellim aleyhi ve aleyhim kesîrâ’ (Üç kere söylenip sonuncusunda ise ‘kesîran kesîra’ denilir.) ‘Salli ve sellim yâ rabbi alâ hâbibike Muhammedin ve alâ cemîi’l-enbiyâi ve’l-mürselîn ve alâ âli küllin ve sahbi küllin ecmâin, âmîn, velhâmdulillâhi râbbi’l-âlemîn’ denir. Sonra; ‘Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin âleyke yâ Rasûlallâh Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin âleyke yâ Habîballâh Elfü elfi sâlâtin ve elfü elfi selâmin âleyke yâ emîne vahyillâh Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve ashâbihî, biadedi evrâki’leşcâr ve emvâci’l-bihâr ve katarâti’l-emtâr. Vâğfirlenâ ve’r-hamnâ ve’l-tufbinâ ve bi üstâdinâ ve vâlideynâ ve bi talebeti rasâili’n-nuru’s-sadıkîyne yâ ilahenâ bi külli salâtin minhâ şehâdeh eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammede’r-rasûllullâhi sallallâhu teâlâ âleyhi ve sellem’ denir. Sonra ‘Bismillah’ denilip aşağıdaki İsmi Âzâm Duası okunur: Daha sonra ise eller açılır, ‘Yâ rabbe’s-semâvâti ve’l-ard, yâ zelcelâli ve’l-ikrâm. Es’elüke bi hakkı hâzihi’l-esmâi küllihâ en tüsâlliye alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, verham Muhammeden kemâ salleyte ve sellemte ve bârekte ve râhimte ve terahhamte alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhime fi’l-alemin. Rabbenâ inneke hamîdun mecid. Birâhmetike yâ erhâme’rrâhimin. Velhamdülillâhi rabbi’l-âlemin’ denir.


NAMAZ, MİRAC’IN HEDİYESİDİR
ALİ DEMİREL
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mirac’da, Cebrail aleyhisselamın dahi aradan çekilip Cenab-ı Hakk’ın huzuruna yükseldiği ve gelecek önemli bir haberi iştiyakla beklediği anda, namaz bir sürpriz ve hediye olarak karşısına çıkmış ve ümmetine farz kılınmıştır. Adeta Efendimiz, cismaniyet yolunu takip edip canlılar alemine girdikten sonra, kulluğuyla melekleşip Allah’ın huzuruna yükselmiş, yeryüzünde yaşayan ümmeti için kurtuluş vesilesi istemiş, Cenab-ı Hak da beş vakit namazı vermiştir.
Namaz davete icabettir

Namaz, Rabb’imizin davetine bir icabet manasını taşır. Günde beş defa minarelerden Ezan-ı Muhammedî okunur ve bütün insanlara bir davetiye çıkarılır. Allah (celle celâluhu) namazla bizi kendi rahmetine davet eder. Tıpkı davet sahibinin, davetlilerini kapının önünde karşılayıp, onlara izzet ve ikramda bulunduğu ve eli boş geriye göndermediği gibi, günde beş defa minarelerin başında yükselen en güzel sesle -ki Kur’an, ezanın büyüklüğünü anlatırken, “Allah’a davet eden sözden daha güzel bir söz mü olur?” (Fussilet, 41/33) demektedir- mescitlere davet eden Allah (celle celâluhu), oraya gelenleri boş çevirmeyecek; sonsuz ihsan, kerem ve rahmetinden kullarının ruh ve kalblerine gıda lütfedecek, bir Mirac yapma lütfuyla onları şereflendirecektir. Kul, bu davete icabet edip Rabb’in huzuruna gittiği zaman, eğer hakkıyla kılabilirse namazının bir merdiven haline geldiğine ve kendisini yükselttiğine şahit olacaktır. Öyle ki, yükseldiği o doruk noktada Rabb’inin kendisine çok yakın olduğunu hissedecektir.

Her namaz bir yükseliş vesilesidir

Namaz, kuvveti sonsuz olan bir varlığa teslim olma, O’na dayanma, işlerin hallini O’ndan beklemedir. Efendimiz (sas) ciddi bir mesele karşısında daralıp bir sıkıntıya maruz kaldığı ve bir tereddüde düştüğü zaman namaza kalkar, Rabb’inin karşısında elpençe divan durur ve böylece kalbini emniyet içinde ve huzura kavuştururdu. Çünkü bunu Cenab-ı Hak istiyordu. “Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153) ayeti bunu emreder. Bu ayetin manasından hareketle şunları söyleyebiliriz: Yani; “Ey Allah’a inandık diyenler! Herhangi bir zorlukla karşı karşıya kaldığınız zaman, dünyevî işleriniz üst üste yığılıp çözüm beklediği zaman, içinizdeki arıza ve sıkıntıları atmak ve ferahlamak üzere namaza durun ve dua etmek üzere Rabb’inizin huzuruna gelin. Zira namaz, acziyet içinde bocalayan insanın, güç ve kuvvet sahibi olan Zat karşısında emre hazır bir vaziyette bekleyip, kulluğunu aczini, fakrını ifade etmesi demektir.”

İşte bu manada namaz, insanın Cenab-ı Hak’la karşılıklı konuşma makamına yükseldiği yüce bir mevkidir ki insan, onda Rabb’iyle konuşma imkanına sahip olur. Yaptığı hareket, okuduğu Kur’an ayetleri ve dualarla, Cenab-ı Hakk’la kalbî irtibata geçer ve konuşur; kâh söyleyen olur, kâh dinleyen olur. Bir kudsî hadis bu hakikati çok güzel bir şekilde ifade etmektedir: Allah (celle celâluhu) şöyle buyurur: ‘Ben kıraati kulumla kendi aramda iki kısma böldüm; yarısı bana ait, yarısı da ona. Kuluma istediği verilmiştir. Kul: ‘Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn - Hamd alemlerin Rabb’ine aittir’ deyince, Aziz ve Celil olan Allah: ‘Kulum bana hamdetti!’ der. Mâliki yevmiddîn -Ahiretin sahibi deyince, Allah: ‘Kulum beni yüceltti.’ der. İyyâke na’budü ve iyyâke nesteîn; ‘Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Sen’den yardım isteriz.’ deyince, Allah: ‘Bu benimle kulum arasında bir taahhüddür. Kuluma istediğini verdim.’ der. İhdinas’ssırâta’lmüstakîm sırâtallezîne en’amte aleyhim gayri’l-mağdûbi aleyhim vela’d-dâllîn; ‘Bizi doğru yola sevk et, o yol ki kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoludur, gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerin değil.” dediği zaman, Allah (celle celâluhu): ‘Bu da kulumdur, kuluma istediği verilmiştir.’ buyurur. (Ebu Davud, Salat 132; Tirmizi, Tefsir 2; Nesei, İftitah 23; İbni Mace, Edeb 52.)

Müminin böyle bir namaz kılmaya muvaffak olmasının ilk şartı; namazı tıpkı bir Mirac ve Mirac’ın gölgesi gibi bilmesidir. Mümin için, her namaz bir Mirac vesilesidir; dolayısıyla bu hususta mümine düşen şey, her namazda, farklı farklı buudlarda olsa bile, Mirac’ını tamamlama olmalıdır.

Tahiyyat bize Mirac’ı anlatır

Tahiyyat, namazda kulun yükselmesi için çabalaması ve kendi gücüyle gayret sarf edip sonuçta bitip tükenmesinin ifadesidir. Kul, vücudunda ne kadar enerjisi, dimağında duyarlılığı, ruhunda heyecan ve hisleri ne kadar uyanıksa, bütününü Rabb’ine yakınlaşmak için kullanır, sonra da tahiyyata oturur. Zira tahiyyatta Mirac; yani Rasulü Ekrem’e (sas), halkın yüz çevirmesine mukabil, gök kapılarının açılıp, sema ehlinin tebessüm ettiği ve Allah’ın “Lebbeyk ey kulum!” diye iltifatta bulunduğu kutlu yolculuk destanlaştırılmaktadır. Her mümin, kendi çapına ve kalbinin enginliğine göre namazını inişli çıkışlı zikzaklarıyla eda ettikten sonra, ister kendisini hesabın ağırlığı altında ayağa kalkamayacak şekilde tasavvur etsin ve otursun, isterse her şeyden âzâde, nimetleri elde etmenin havası ve sevinci içinde olsun; başka bir ifadeyle, ister cennetin koltukları üzerine otursun, isterse Necm Sûresi’nde anlatılan (Bkz. Necm, 53/1-18) Rabb’in huzuruna çıkma, karşılıklı olarak Rabb’iyle konuşma mualla makamında otursun, bütün maddi ağırlık ve külfetiyle namazı eda ettikten sonra kalbinin enginliğine ve duygularının hüşyarlığına göre Mirac’ın destanını okur.

“Et-tahiyyatü lillahi ve’s-salavâtü ve’t-tayyibâtü”

Tahiyyat Mirac’ı anlatmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, ne kadar kulluk yapsak da, bizden evvel gelip geçen, iz bırakan ve bize bir kapı açan Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) uğramadan Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkmak doğru değil. Onun içindir ki, Rabb’imize karşı tahiyyatımızı, yani yaptığımız bedenî ve mâlî bütün ibadetlerimizi O’nun için yaptığımızı ifadeden hemen sonra, Rasulü Ekrem’e selam veriyor, “es-selâmu aleyke eyyühennebiyyü” diyoruz. Bunun manası; günah ve seyyiatımızla Cenab-ı Hakk’ın huzuruna giderken Hz. Muhammed’in (sas) arkasında saf bağlama ve bu tatlı mülakatta konuşulan şeylere kulak kesilme, ne dendiğini anlamaya çalışmadır. Evet tahiyyât, Efendimiz’in Mirac gecesinde Yüce Allah ile yaptığı selâmlaşmasıdır.

TAHİYYAT

“Et-tahiyyatu lillahi

ve’s-salâvatü ve’t-tayyibâtü”

Efendimiz, “Bütün dualar, senâlar, malî ve bedenî ibâdetler, mülk, azamet Allah’a mahsustur”, yani; “bedenimizle yaptığımız bütün ibadetler, kazanıp topladığımız maldan sarf ettiğimiz şeyler Sana’dır ve Sen’in rızan içindir Allah’ım! Ben, böylesine ahdimi ve sadakatimi dile getirmek için huzuruna geliyor, bu sözlerle Sen’i selamlıyorum.” der ve Allah’a (celle celâluhu) selam verir.

“Es-selâmü aleyke

eyyühe’n-nebiyyü ve

rahmetullahi ve berekâtühû”

Cenab-ı Hak da kendisine bu şekilde selam sunan Habib’ine: “Es-selâmu aleyke eyyuhe’n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtuhu -Ey Nebi! Selam, Allah’ın rahmet ve bereketi Sen’in üzerine olsun.” sözleriyle mukabelede bulunur ve adeta, “Ey şanı yüce Nebi! Selamına mukabil sana da selam olsun.” der.

“Es-selâmü aleynâ ve alâ ibâdi’llahi’s-sâlihîn”

Bütün bu konuşmalar, aklın almayacağı, mekanın var mı, yok mu idrak edilemeyeceği bir makamda cereyan ederken Efendimiz, Cenab-ı Hakk’ın bu selamı karşısında şöyle buyurur: “Es-selâmu aleyna ve alâ ibâdi’llahi’s-salihin -Selam bizim üzerimize ve Allah’ın salih kulları üzerine de olsun.”

“Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasulüh”

En sonunda bu selamlaşmaya şahit olan bütün varlık, etrafı çınlatacak şekilde “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasulüh -Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur, yine şehadet ederim ki Muhammed, Allah’ın Rasulü’dür” der. Allah’ın, tek mabud olduğunu; Hz. Muhammed’in ise, şanı yüce bir nebi olduğunu bütün yer ve gök ehline haykırır. Hasılı tahiyyat, kulun kulluğu sayesinde Allah’a karşı yükselmesinin destanlaştırılmasından ibarettir.

Mirac’ın imtihan boyutu

Mirac olayı ile insanlık, imtihan içinde imtihana tabi tutulmuştur. Yüce Allah imanda samimi olanlarla samimi olmayanları, sıddîklarla yalancıları, doğrularla yalancıları belirlemiştir. Bu manayı te’yîden Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Bizim sana gösterdiğimiz ‘rüya/seyr’i ancak insanları imtihan için meydana getirdik.” Buradaki “rü’ya”dan maksat, otoritelere göre Mirac’dır. Bu da uykuda değil, uyanık iken yaşanmıştır.

Bu olaydan önce mümin oldukları halde “Böyle şey olur mu?” diyenler ve olayı akıllarına sığıştıramayanlar yazık ki, imtihanı kaybetmişler, imandan ve dinden çıkmışlardır. “Bunu Hz. Muhammed (sas) söylüyorsa doğrudur; çünkü O hayatında asla yalan söylememiştir!” diyenler de imtihanı kazanmış, imanda sadık ve sıddîk olduklarını ispat etmişlerdir. Sâdık ve sıddîkların piri Hz. Ebubekir’e (ra) “sıddîk” lakabı ve unvanı Mirac olayını tereddütsüz kabul etmesinden dolayı verilmiştir. Zaten mümin olmanın gereği de budur. Akıllılık da bunu gerektirir. Çünkü olayı yaşayan, dost ve düşman tarafından güvenilirliği ile tanınmış ve kabul edilmiş bir peygamber, olayı yaşatan da kudreti sonsuz Allah’tır (cc); O’nun kudretine ne ağır gelmiştir ki, Habib-i Edib’ini bir anda göklere çıkarıp, beka âlemini gezdirip, tekrar yerine koyması ağır gelsin?

İmama sonradan uyan kimse namazını nasıl tamamlamalı?

ALİ DEMİREL
Cemaatle kılınan bir namaza sonradan yetiştiniz. Namazı nasıl kılacak ve nasıl tamamlayacaksınız? Her müslümanın bunları bilmesi gerekir.
Namaz, insanın ruh ve kalbiyle yıkanması, Allah’ın huzuruna kabul edilmeye hazır hale gelmesi demektir. Bu yönüyle o, insanın manen inşiraha kavuşmasını temin eden müstesna ve hususi bir ibadettir. Onun sayesinde kul, hem kalbî huzura kavuşur hem de Yaratan’ının rızasını kazanmış olur.

Namaz, insan hayatında günde beş defa bu inşirahı temin eder. Onda huzur bulamayan bir insan, hiçbir yerde huzur bulamaz. Günde kılınan beş vakit namaz, kalbî hayatında yükselmek isteyen gönüller için, günde beş defa mirac yapmak ve Allah’a ulaşmak için merdiven vazifesi görür. Bize düşen görev Rabb’imize yaklaşma noktasında bir merdiven vazifesi gören namazı hakkıyla kılmayı öğrenmek ve onu eda etmektir. Cemaatle namaz kılarken cemaate sonradan yetişen kişinin namazı nasıl tamamlayacağı hususu hep kafaları karıştırır. Aslında mesele hiç de zor değildir.




--------------------------------------------------------------------------------

Öncelikle birkaç prensibi net olarak kavramak gerekir:

1. Cemaat namazına, imam ilk rekâtın rükûsundan doğrulmadan önce yetişen kimseye müdrik (cemaate yetişen) denir. Müdrik, imama namazın başından sonuna uymuş olduğundan, bütün namazı imamla birlikte kılar.

2. Cemaatle namaza sonradan yetişmede, herhangi bir rekât için rükû yapılıp yapılmaması esas alınır.

3. İmam, rükûdan kalkmadan önce yetişerek, çok kısa bir süreliğine de olsa, (en az bir defa subhâne rabbbiyel azim deme süresinde) imamla birlikte rükû yapan kimse o rekate yetişmiş olur. Dolayısıyla bu rekâtla ilgili herhangi bir işlemi kaza etmesi gerekmez. Mesela, imama ilk rekâtın rükûsunda yetişen kimse, namaza daha başında yetişmiş demektir.

4. İmam rükûdan kalktıktan sonra cemaata yetişen kimse, o rekâtı bütünüyle kaçırmış olur, secdeleri imamla birlikte yapar, sonraki rekâta kalkar. İmamla birlikte üç rekat kıldıktan sonra kaçırdığı bir rekâtı imam selam verdikten sonra tamamlar.

5. Namaza imamla beraber başlayamayan, yani imama sonradan uyan kimseye mesbuk denir. Mesbuk, kılamadığı rekât veya rekâtları, kural olarak (tıpkı matematikteki boş kümeler gibi) boş geçmiş kabul ederek, imamın sağ tarafına/ilk selâmından sonra, kendisi selâm vermeyip ‘Allahu ekber’ diyerek kalkar.

6. İmama sonradan uyan kimsenin kaçırmış olduğu rekâtlar ilk rekatlar olduğu için, imamdan sonra kılınacak olan rekâtlar namazın ilk rekâtları olur. Bu nedenle, tek başına namaz kılarken ilk rekâtta neler okunuyorsa, imam selam verdikten sonra kılınacak rekâtlarda da ona göre okuma yapılmalıdır. Bundan kastedilen şey şudur: İmam selam verdikten sonra kılınan ilk rekât, namazın ilk rekâtının kazası olduğuna göre, bu rekâtta sübhaneke duası okunur, ardından euzu besmele çekilerek Fatiha ve zammı sûre okunur. İmam selamından sonra (varsa) kılınacak ikinci rekâtta da zammı sûre okunmalıdır. Çünkü bu da namazın ikinci rekâtı yerine geçmektedir.

Sabah namazının ikinci rekâtına yetiştim

Sabah namazının ikinci rekâtında imama uyan kimse, tekbir alıp susar. Son oturuşta et-Tehiyyâtü’yü okur, imam selâm verince ayağa kalkar ve imamla birlikte kılmadığı ilk rekâtı kılmaya başlar. Sübhaneke’den, eûzü ile besmeleden sonra Fâtiha ile bir miktar daha Kur’an okur, rükû ve secdelerden sonra oturup Tahiyyât ile Salavatı ve Rabbenâ âtinâ dualarını okuyarak selâm verir.

Öğle namazının son rekâtında cemaate yetiştim

Kişi, dört rekâtlı namazlardan birinin dördüncü rekâtında imama uysa, (ayakta ya da rükûya yetişerek imama uysa) imam ile teşehhüde oturduktan sonra kalkar, Sübhaneke, eûzü besmele, Fatiha ve bir miktar Kur’an okur. Rükû ve secdelerden sonra oturur. Yalnız Tahiyyat’ı okur. Ondan sonra kalkar. Besmele ile Fatiha’yı ve bir miktar daha Kur’an ayetlerini okur. Sonra rükû ve secdelere varır, oturmaksızın kalkar. Yalnız besmele ve Fatiha ile bir rekât daha kılarak son oturuşu yapar. Tahiyyat’ı, salavatları ve duaları okuyup selâm vererek namazını tamamlar.

Akşam namazının son rekâtında imama yetiştim

Akşam namazının son rekâtını imamla birlikte kılan kimse, imam selam verdikten sonra ayağa kalkar. Sübhaneke, eûzü besmele, Fatiha ve bir miktar daha Kur’an-ı Kerim okur. Rükû ve secdelerden sonra oturur ve yalnız Tahiyyat’ı okur. Sonra “Allahu ekber” diyerek ayağa kalkar, yalnız besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur’an-ı Kerim okuyarak rükû ve secdeleri yapar. Sonra son oturuş yaparak selâm ile namazdan çıkar.

İkindi namazının ikinci rekâtından itibaren cemaate uydum

Kişi, dört rekâtlı namazların ikinci rekâtında imama uyacak olsa, üç rekâtı imamla kılmış olur. Teşehhüdden sonra imam selâm verince ayağa kalkar. Sübhaneke’yi, besmeleyi, Fatiha’yı ve okuyacağı ayetleri okur. Rükû ve secdelere varıp son oturuşu yapar. Selâm verip namazını tamamlar.

Yatsı namazının üçüncü rekâtında imama yetiştim

Kişi, dört rekâtlı namazların üçüncü rekâtından başlayarak imama uysa, imamla beraber son oturuşta yalnız Tahiyyat’ı okur. İmam selâm verdikten sonra kalkar, Sübhaneke, eûzü besmele, Fatiha ve bir miktar daha Kur’an okur. Rükû ve secdelere varır, sonra kalkar yalnız besmele ile Fatiha’yı okur. Biraz daha Kur’an-ı Kerim okur. Yine rükû ve secdelere gider. Teşehhüde oturur. Tahiyyat’ı, salavatları ve Rabbena âtinâ duasını okuyarak selâmla namazını tamamlar.

Cemaate imam dördüncü rekâtın rükûsunu tamamladıktan sonra yetiştim

Cemaatle kılınmakta olan herhangi bir namazın son rekâtına, imam rükûdan kalktıktan sonra katılan bir kimse, imamla beraber hiç rekât kılmamış sayılır. Bu durumda imam selâm verdikten sonra (selâm verilmeden) kalkılıp, bütün rekâtlar kılınır (tek başına, namaza yeni başlamış gibi). Kişi buna rağmen, cemaatle namaz kılmış gibi sevap alır.

Cemaate uymak için camiye geldiğimde ilk rekâtın rükûsunu yaptıklarını gördüm. Cemaatin ikinci rekâta kalkmasını beklemem gerekir mi?

Kişi, rükûyu kaçırdıktan sonra cemaatin diğer rekâta kalkmasını beklemesine gerek yoktur. Hemen imama uyup secdeye gidebilir. Her ne kadar o rekâtı kılmamış olsa da namaza bir an önce başlamak güzel bir davranış olur.



--------------------------------------------------------------------------------

Şafii fıkhına uyan kimseler nelere dikkat etmeli?

Mesbuk kimse şudur: Herhangi bir rekata, o rekata Fatiha sığacak kadar bir zaman içinde yetişemeyen kimsedir. İmam rükudan sonraki bir yerdeyse, mesbuk iftitah tekbiri getirdikten sonra, Fatiha okumasına gerek kalmaksızın imama uyar. O rekatı sonra yeniden kılar. Ama imam rükuda veya rükudan önceki bir pozisyondaysa aşağıdaki hususlara göre hareket eder:

İmama yetişemeyeceği korkusu olan kimse, sünnetleri yerine getirmeksizin, iftitah tekbiri getirip hemen Fatiha'yı okumaya başlamalıdır. Buna rağmen, kişinin Fatiha'sı bitmeden imam rükuya giderse, Fatiha'nın kalan kısmı okunmadan rükuya gidilir ve imama yetişilir. Bu durumda o rekat kılınmış sayılır. İmam rükuya gittiği halde Fatiha'yı tamamlamakta ısrar ederse bakılır: İmam rükudan kalkmadan önce Fatiha'sını tamamlayıp rükuya yetişirse, o rekat kılınmış sayılır. Eğer kişi rükuya gitmeden imam rükudan kalkarsa, o rekat kaçırılmış sayılır; ancak namaz batıl olmaz (imamdan bir rükun geri kalma durumu). Eğer imam secdeye gitmek için eğilmeye başladığı halde o kişi hâlâ ayakta ise (imamdan iki rükun geri kaldığı için) namazı batıl olur; çünkü bunu geçerli bir özür olmadan yapmıştır.

İmama uyan kişi rükusunda eğer Fatiha'yı terk ettiğini bilir yahut bundan şüphelenirse, bir daha geri dönmez, imam selam verdikten sonra bir rekat daha kılar. Çünkü kıldığı rekat sayılmamış olur.

İmama uyan kişi Fatiha'yı terk ettiğini bilse, yahut bundan şüphelenirse, bu esnada imam da rükuya varsa, kendisi ise henüz rükuya varmamışsa, Fatiha'yı okuması vacib olur. Böyle bir kimse özrü sebebiyle imamdan geri kalmış sayılacağından, Fatiha'sını tamamlar ve kendi namazının sırasına göre imamın arkasından devam eder. Kıldığı rekat de sayılır. Ancak imamdan üç veya daha fazla rükun geri kalmamak şartıyla. Aksi halde, Fatiha suresini bitiren kimse hemen imamın bulunduğu harekete geçer (diğer hareketleri atlar) ve kıldığı rekat de sayılmaz, imam selam verdikten sonra o rekatı yeniden kılar.

İmam ile beraber kılınan rekatlar namazın ilk rekatları yerine geçer. İmam selamından sonra kılınan namazlarsa sonraki rekatlar yerine geçer. Bu nedenle, tek başına kılınan ilk rekatte istiftah duası okunmasına gerek yoktur. Çünkü bu namazın ilk rekatı yerine geçen bir rekat değildir. Ancak buna rağmen, şuna dikkat etmek gerekir: İlk bir ya da iki rekatı kaçıran kimsenin, imam selam verdikten sonra kılacağı rekatlarda zammı sure okuması sünnettir. Böylece zammı sure sayısının normalde olduğu gibi ikiye tamamlanması uygundur.

Sabah namazının ilk rekatında cemaate yetişemeyen bir kimse, cemaatle beraber ikinci rekatte kunut duası (sabah namazının ikinci rekatında, rükudan kalktıktan sonra okunan dua) okuyacaktır. O kimse imam selam verdikten sonra kılacağı diğer rekatte de kunut duasını okumalıdır. Çünkü aslolan kişinin kendi ikinci rekatinde, rükudan sonra kunut duasını okumasıdır. Bu durumda, iki tane kunut duası okunması sorun olmaz. Tıpkı üç oturuş yapılabilme durumu gibi


24 altınlık sermayeyi iyi değerlendirelim
ALİ DEMİREL
Zamanın birinde padişahın biri, iki askerini alışveriş yapmaları için sarayından dışarı gönderir. İkisinin de eline 24’er altın verir ve, “Bunları çok iyi değerlendirin, size söylediğim işlerde kullanın, sakın boşa harcamayın!” der. İki arkadaş yola çıkarlar.

Askerlerden biri, padişahın izin verdiği ölçüde bu güzelliklerden yararlanır, eğlenir, bu arada da padişahın söylediklerini de hiç unutmaz. Onun istediklerini almak için 24 altının bir kısmını harcar, bir kısmını da yol parası için ayırır. Diğer askerin ise gördükleri başını döndürür, padişahın söylediklerini unutan bu asker eğlenceden başını alamaz, gününü gün eder, hatırına da padişahı hiç getirmez. “Nasıl olsa param çok, saraydan da uzaktayım” deyip etrafında gördüğü güzelliklerden ölçüsüzce yararlanmak için altınlarının çok önemli bir kısmını harcar. Diğer asker parasını, ölçüsüzce harcayanı uyarır: “Padişahımız bizi buraya bu işler için değil alışveriş için gönderdi, eğlenmeye harcayacağımız zamanı ve parayı da söyledi, yapmamız gerekenleri bir bir anlattı, verdiği paranın hesabını soracağını söyledi hatırlasana.” dese de dinletemez. Adam beş parasız kalır. Kaleye dönme zamanı da gelir çatar. Parasını padişahın dediği gibi harcayan asker, rahat ve huzurlu bir şekilde kaleye varır ve padişah tarafından ödüllendirilir. Diğeri ise yolda bin bir türlü eziyet çeker. Altınların hesabını veremediği için de padişah tarafından cezalandırılır. Bu kıssada anlatılanlar aslında bizim hikayemiz. İsterseniz şimdi onun üzerinde düşünelim. Rabbimiz bizi pek çok nimetlerle donatarak yaratmış ve bu dünyaya göndermiştir. Bize bu gaye doğrultusunda her biri altın değerinde tam 24 saat vermiş. Bu 24 saatimizi O’nun istekleri doğrultusunda kullanırsak hem bu dünyada hem de öte dünyada rahat etmiş oluruz. Günlük namaz ibadetimiz en fazla bir saatimizi alır. Allah, bize verdiği bu 24 saatten günlük sadece 1 saatini istiyor. Şayet kullanmazsak hikayecikte anlatıldığı gibi padişahı dinlemeyen adamın sonu gibi oluruz.


Cennet sarayları sabır tuğlasıyla örülüyor

ALİ DEMİREL
Mehmet, anne ve babasından iyi bir terbiye almış, ahlaklı, dürüst, dindar bir gençti. En çok sevdiği insan babaannesiydi. Ondan dinî duygu ve düşünce adına çok şey öğrenmişti. En çok da babaannesinin şükür tavsiyesi onu etkilemişti. Babaannesi ona sık sık,
- Evladım! Biz çok zayıf insanlarız. İhtiyacımız çoktur. Rabb’imizin lütfu ise çok geniştir. Bize sayamayacağımız kadar nimet vermiş. O’na ne kadar şükretsek az. O yüzden her daim son nefesine kadar şükürle iki büklüm ol. O’nun lütfu da kahrı da hoştur. O’ndan ne gelirse gelsin her zaman hamd et, diyordu. Mehmet de bu sözleri kulağına küpe yapmıştı. Devamlı Rabb’ine şükrediyordu.

Artık Mehmet evlilik çağına gelmişti. Aile büyüklerinin tavsiyesi üzerine helal süt emmiş, kendisi gibi dindar bir hanım kızla evlendi. Bundan dolayı da Rabb’ine çok şükretti. İki rekat şükür namazı kıldı.

Mehmet, eşiyle çok iyi anlaşıyordu. Birbirlerini kırmamaya dikkat ediyorlar, huzurlu ve mutlu bir aile hayatı yaşıyorlardı. Bu mutlu aileye mutluluklarını ikiye katlayacak bir müjde lazımdı. Bu müjde de fazla gecikmeden gelmişti. Mehmet, baba olacaktı. O kadar çok sevinmişti ki, hemen bir abdest aldı ve şükür secdesi yaptı ve Rabb’ine şöyle dua etti:

- Allah’ım! Hiç layık olmadığım halde bana pek çok lütufta bulunuyorsun. Nimetlerinin şükründen acizim ya Rabbi! Sana kâinatın zerreleri adedince hamd ve sena ediyorum. Doğacak yavrumuzu halis bir evlat eyle ve Sen’in rızandan bir lahza olsun ayrılmamasını nasip et.

Dokuz ay çok çabuk geçmişti. Mehmet’in nur topu gibi bir oğlu dünyada gelmişti. Adını eşiyle istişare ederek Abdullah koydular. Abdullah doğduktan sonra hayatları daha da değişmişti. Çünkü onlar artık evde üç kişiydiler. Hayatlarını tamamen Abdullah’a göre ayarlamışlardı. Adeta Abdullah’la oturup Abdullah’la yatıyorlardı. Aradan üç yıl geçmişti. Abdullah artık konuşmaya başlamıştı. Evde çeşitli muziplikler yapıyor, yarım diliyle anne ve babasını güldürüyordu. Babası namaz kılarken, o da yanında duruyor, onunla beraber namaz kılıyordu. Akşam olduğunda Mehmet evde sesli olarak kitap okuyor, Abdullah ve annesi de Mehmet’i dinliyorlardı.

Mehmet ve ailesi böyle mutlu bir hayat sürerken bir gece Abdullah’ın ansızın ateşi çıkıvermişti. Annesi, biraz da anne şefkatiyle paniklemişti. Mehmet,

- Bir şey olmaz. Daha önce de böyle çok ateşlenmişti. Hemen bez ve su getir ateşini düşürelim, dedi.

Gece boyu uğraştılar ama Abdullah’ın ateşi bir türlü düşmüyordu. Gözlerinin altları da mor mor olmuştu. Mehmet, hemen bir doktor çağırmak için evden çıktı. Doktor kasabadaydı. Köyden kasabaya gitmek ise üç saati buluyordu. Üç saat gidiş, üç saat da geliş toplam altı saat sonra doktor köye gelebilmişti. Hemen Abdullah’ın yanına gitti. Onu muayene etti. Abdullah’ın durumu hiç de iyi değildi. Annesi, doktorun ifadesinden oğlunun durumunun ciddi olduğunu anlamıştı.

- Doktor bey! N’olursunuz söyleyin, oğlum iyileşek değil mi?

Doktor, bir şey söylemeden Mehmet’i çağırarak dışarı çıktı. Mehmet’e çok geç kalındığını, oğlunun sayılı dakikaları olduğunu söyledi ve kasabaya doğru yola koyuldu. Mehmet odaya girdi. Eşinin ağlamaktan gözleri kan çanağına döndü. Mehmet, yatağın başına diz çökerek oğlunun başını okşuyordu. Çok duygulanmıştı. Artık daha fazla gözyaşlarını tutamamıştı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da şöyle diyordu:

- Canım oğlum! İnşallah cennette görüşeceğiz. Baban sana doyamadı. Ama olsun. Seni bize bir hediye olarak Rabb’imiz verdi. Veren O, alan da O. Emrine karşı boynumuz kıldan ince. O’na binlerce hamd ve sena olsun.

Abdullah son nefesini vermişti. Bu sırada ötelerde Cenab-ı Hak ile ölüm meleği Azrail (aleyhisselam) arasında şöyle bir diyalog yaşanıyordu:

- Kulumun ciğerparesini elinden aldınız. Kulum bu durumu nasıl karşıladı? Ne söyledi?

- Ya Rabbi! Sabretti ve Sana şükretti.

- Bu kulum için cennette bir köşk yapın ve adını da “Hamd (şükür) köşkü” olarak koyun.

Evet, her durumda Allah’a şükretmek ve sabretmek sonunda da cennetleri kazanmak varken, başımıza bir bela geldiği zaman bir anlık öfke ile Allah’a isyan etmek doğru değildir. Kişinin bu öfke dolu isyanla kendini rahatlatmaya çalışması bir aldanmışlıktır. Böylesi kimselerin sonuçta rahata kavuşmadıkları gibi cenneti kaybetme tehlikeleri de vardır

“Biz Hicazlı Sevgili'ye gönül vermişiz”
ALİ DEMİREL
İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed (sas), aradan 14 asır geçmesine rağmen dipdiri ve taptaze yaşıyor. Zaman yaşlanıyor, ihtiyarlıyor; bazı düşünceler eskiyip köhneleşiyor ve tarihe karışıyor; fakat Nebiler Serveri’nin (sas) açtığı çığır, her gün açan Bugün Afrika’dan Orta Asya’ya oradan Amerika’ya kadar hemen bütün dünyada O’nun hesabına bir diriliş müşahede edilmekte, hak erleri mekikleriyle harıl harıl O’nun düşüncelerini işleyerek İslâm hesabına incelerden ince dantela ve kanaviçeler örmekte. İnsanlığın İftihar Tablosu (sas) bizim için sevgililerden daha sevgilidir. O’nun getirdiği mesaj bir huzur kaynağıdır. İnsanlığa yeniden bu huzuru götürmenin yegane çaresi, insanımıza O’nu ve O’nun getirdiği nûru tanıtabilmektir. Zira O, tanındığı nisbette sevilecek ve o sevgi sayesinde hülyalarımızı süsleyen Muhammedî bir nesil ortaya çıkacaktır. Ne O’ndan evvel ne de sonra O’nun gibi sevilen bir ikinci insan göstermek mümkün değildir. Meşhur şair Muhammed İkbal’e ait olan şu altın dizeler O’na olan sevgiyi ve hayranlığı güzel bir şekilde dile getiriyor: “Aşk canda, soy sop bedendedir, Aşk bağı, soy sop bağından daha kuvvetlidir, Aşk adamı isen, soy sop düşüncesinden vazgeç, Şu İranlı’dır, bu Arap’tır deme! Biz Rum ve Arap’a bağlı değiliz, Bizi birbirimize bağlayan soy sop değildir, Biz Hicazlı Sevgili’ye gönül vermişiz, Bizi birleştiren O’dur.” Günümüze kadar O’nu tanıtmak, O’nun destansı hayatını anlatmak için yüzlerce eser kaleme alındı. Şimdilerde bu eserler zincirine yeni bir halka daha eklendi. Bir peygamber aşığı olan Vehbi Karakaş Hoca, İnsanlığın İftihar Tablosu’na olan sevgisini ve bağlılığını “Hicazlı Sevgili” ismiyle kitaplaştırdı. Vehbi Karakaş, tanıdık bir isim. Siz onu, “Niçin Namaz”, “Niçin Zekat”, “Ölüm, Diriliş ve Reenkarnasyon” ve “Depremin Hatırlattıkları” gibi eserlerinden tanıyorsunuz. Yazar, “Hicazlı Sevgili” isimli kitabını da (Timaş Yayınları, 0212 665 35 56) o bildik, alabildiğine sıcak ve samimi üslubuyla kaleme almış


Hacda Hakk’a dön halka değil

ALİ DEMİREL
Hacca giden müminler, insanların kılık kıyafetlerine, namaz kılış şekillerine, yemek yeme usullerine takılıp kalmamalıdır. O mübarek beldelerin manevi atmosferinden azami şekilde istifade etmeye çalışmalıdır.
Allah (cc), Kur’an-ı Kerim’de, “Biz vaktiyle İbrâhim’e Beytullahın yerini belirlediğimiz zaman: “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma ve Ben’im Mâbedimi tavaf ederken, kıyamda, rükûda veya secdede olarak ibadet edenler için tertemiz tut!” Hem bütün insanları hacca dâvet et ki gerek yaya, gerek uzak yollardan gelen yorgun argın develer üzerinde sana gelsinler. Gelsinler de bunun kendilerine sağlayacağı çeşitli faydaları görsünler ve Allah’ın kendilerine rızk olarak verdiği kurbanlık hayvanları, belirli günlerde Allah’ın adını anarak kurban etsinler. Siz de onların etinden hem kendiniz yiyin, hem de yoksula ve fakire yedirin.” (Hacc, 22/27, 28) buyurarak Hz. İbrahim’e, insanları hacca davet etmesini emrediyor. Bu öyle bir çağrıdır ki, günümüzde dahi milyonlarca insan, dünyanın dört bir yanından aynı çağrıya kulak vererek o istikamete doğru akıyorlar.


Hac, öze dönme vesilesidir

Mü’min Kâbe’de tavaf ederken atomlardan gökteki galaksilere karşı her şeyin bir dönüş içinde olduğu bu kainatta kendisini bir zerre gibi hissetmektedir. Belki de bu kalabalıklar içinde her zerre aslında bir güneştir. Çevresindeki pek çok varlık için bir cazibe merkezi, pek çok varlığa bir ışık kaynağı. Pek çok varlık ondan istifade etmektedir. Bir anne, bir baba, bir eş, bir arkadaş, bir dost, bir alim gibi. Hem de bir galaksideki her güneş, her yıldız nasıl adeta bir zerre gibiyse bu kalabalıklar içindeki her fert de bir zerre gibidir, kendisi de.


Büyüklüğün de, küçüklüğün de ne kadar izafi olduğunu, önemli olanın bir nizam içinde yaradılışına uygun bir nizam içinde hareket etmek olduğunu hissetmektedir. İtaat ediyorsa kainattaki düzene, mükemmel şekilde yaratılmış varlığındaki intizama uygun olarak itaat edip ibadet ettiğini hissedecektir. Hac bu yönüyle bir öze dönüş vesilesidir. Kendini bildi bileli beş vakit döndüğü kıblegâhındaki bu dönüş onu yaradılıştaki bu intizamı bir kere daha hatırlamaya götürecektir. Yine Arafat’ta o mahşeri kalabalıkta kalabalıklar içindeki yalnızlığını hissederken Yaradan’ını ve kendini tanıyacak, birliğin zevkine erecektir

Peygamberimiz, miraca kulluğuyla çıkmıştır

ALİ DEMİREL
Miraç, Efendimiz (aleyhisselatü vesselam)’ın ifa ettiği eşiz kulluğuna mükafat olarak kulluk yoluyla kazandığı velayetin bir ifadesinden barettir. Allah, yerde eserleriyle kendisini beşere gösterdiği Peygamberimiz’i, gökler âleminin sakinlerine de göstermek için O’nu o yüce meclislerde dolaştırmış ve her yer üzerinde hükmünün geçtiğini bütün âleme göstermiştir.
Peygamberliğinin değil, kulluğunun bir semeresi ve neticesi olan Miraç yolculuğunda Efendimiz (sas), kendisini çepeçevre saran kanun ve sebepleri aşarak, beşeriyete ait perdeleri geçip uzun mesâfeleri bir hamlede kat etmiş, yıldızları, sistemleri birer merdiven, birer basamak, birer atlama taşı gibi kullanıp, Rabb’ini görmeye mâni buudları geride bırakmış, cismen ve rûhen vardığı makamdan Cenâb-ı Hakk’ı müşahede etmiştir. Peygamberlerle selâmlaşmış, melekleri görmüş, Cennet’i ve güzelliklerini, Cehennem’i ve azâmetini temâşâ etmiştir. Melekler O’na teşrifatçılık yapmış, huriler perdedar olmuştur. Yıldızlar kaldırım taşı gibi ayaklarının altına serilmiş, bineğiyle berk gibi bütün mekanı kat edip tekrar insanlık içine dönmüştür. İşte Miraç bu yüce yolculuğun adıdır.

ALLAH, NEBİ’SİNE SAHİP ÇIKIYOR

Efendimiz (sas), bütün zorluklara rağmen, kulluğunda öyle olgunluğa ve dolgunluğa ermişti ki, kendisine açılan o kapıdan içeriye girerken, kulluğun zirvelerine çıkmıştır. Miraç, bir yönüyle bunun ifadesidir. Miraç, en zor şartlar altında dahi kulluğundan fedakârlıkta bulunmayan Efendimiz’in (sas), insanların kendisine bütün bütün sırtlarını döndüğü, bütün sebeplerin kapandığı, “Bunlarla kız alıp vermeyeceksiniz. Çarşıda pazarda bir şey satmayacaksınız. Onlara hiçbir şekilde yardımda bulunmayacaksınız. Her türlü ilişkinizi keseceksiniz.” dedikleri dönemde ve zâhiren hiçbir çıkış yolunun görünmediği anda, Allahu Teala, Efendimiz’in (sas) kalbini taltif etmek ve kırılan gururunu, onurunu hoşnut etmek için O’nu katına almıştı. Hatta böylesi olumsuzlukların yaşandığı bir dönemde Efendimiz (sas) bir de iki büyük yara almıştı. Hâmisi Ebû Talib’i ve biricik zevcesi Hz. Hatice annemizi kaybetmişti. Cenab-ı Hak, bu yaralarını tedavisi için de, “Herkese ve her şeye, bütün dünyalara bedel Ben varım!” diyerek Efendimiz’i miraca almıştır.

MİRAÇ, GAYBI İSPAT EDER

Ümmetine anlatacağı meseleleri ciddi iki kere iki dört eder katiyetinde anlatsın; gıyâben inandığımız şeyleri müşahedesi olarak bize intikâl ettirsin; hatta Allah’ı görsün ve görmeye dayalı olarak da “vardır” desin; melekleri, Cennet’i, Cehennem’i görsün ve bildirsin diye çıktığı Huzûr (cc)’dan bir saatine bin yıllık dünya hayatının kâfi gelmediği Cennet’i temâşâ edip ve bir anlığına bin yıllık Cennet hayatının kâfî gelmeyeceği Cemâlullah’la müşerref olduktan sonra; Kur’ân’a ait bütün meselelerinin hakikatlerini, bütün ibâdetlerin mana ve hikmetlerini anlamak, anlatmak ve Risâlet vazifesini tamamlayıp, ümmetini karanlıklardan kurtarıp nûra çıkarma yolunda, kendisine her türlü işkencenin yapıldığı bir anda, yeniden yeryüzüne dönmüştür.



***


Miraç Peygamberimiz’e hastır

Bütün namazlar, niyazlar, oruçlar ve çileler; namazın, niyazın, orucun manasını halka anlatmalar ve bütün bunları birer merdiven yapmalar, Efendimiz’in (sas) miraca yükselmesine vesile olmuştur. Böyle bir şeref, Efendimiz’den (sas) başka ikinci bir peygambere nasip olmamış, sadece O’na has bir keyfiyettir. Her Nebi, kendi ruhunda Allah’ın huzuruna çıkarak, iltifat görmüştür. Fakat bütün gökleri ve cennetleri bilemediğimiz keyfiyet içinde yapılan böyle bir miraç sadece Allah Resulü’ne hastır. İşte bizler de böyle kadri yüce, civanmert bir Nebi’nin arkasında bulunmanın hazzı içinde doya doya bir namaz kılıyoruz.




--------------------------------------------------------------------------------


MİRAÇ NEDİR?

Miraç, kelime manası itibariyle “merdiven”, “yükselecek yer”, “en yüksek makam” manalarına gelmektedir. Bu gecede İnsanlığın İftihar Tablosu (sas) bir mucize olarak Mekke’deki Mescid-i Haram’dan, Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya ve oradan da göklerin İlâhî derinliklerine doğru pervaz edip ruhen ve bedenen Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkmıştır. Kur’an-ı Kerim (İsrâ, 17/1; Necm, 53/8-11) ve hadis-i şeriflerle (Buhari, Salat 1; Müslim, İman, 259) hakikati sabit olan Miraç hadisesi, beşer idrakinin üstünde ve zaman ve mekan hudutları dışında cereyan etmiş ulvî bir tecellidir.

MİRAÇ, EFENDİMİZ’E MORAL KAYNAĞI OLMUŞTUR

Miraç hadisesinden önce Allah Resulü (sas) ve Müslümanlar akla hayale gelmedik zulüm ve işkencelere maruz kalmışlar, hatta bu işkencelerden korunmak için bazı müslümanlar Habeşistan’a hicret etmişlerdir. Ayrıca bütün bu dayanılmaz zulümlerin üstüne müslümanlar bir de Ebu Talib mahallesinde müşriklerin iktisâdî, ailevî her yönden müşriklerin boykotuyla karşı karşıya kalmışlardır. Daha sonra ise bu sıkıntıları Efendimiz’in dört yaşındaki en büyük oğlu Kasım’ın, ardından diğer oğlu Abdullah’ın, müteakiben maddi ve manevi destekleriyle Nebiler Serveri’nin her zaman yanında olan amcası Ebu Talib ve hakkında “Kendi zamanındaki kadınların hayırlısı İmran’ın kızı Meryem’di. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice’dir.” buyurduğu biricik hayat arkadaşı Hz. Hatice validemizin vefatları takip etmiştir.

Peş peşe gelen bu hadiseler Allah Resulü’nü ziyadesiyle mahzun etmiştir. İşte tam böylesi bir atmosferde Nebiler Serveri’nin beşeriyete ait perdeleri bir bir geçerek hem cismen hem de bedenen Cenab-ı Hakk’ı müşahede etmesi, İnsanlığın İftihar Tablosu ve ardından sahabiler için büyük bir moral kaynağı olmuştur. Allahu Teala, Efendimiz’i huzuruna alarak O’nu taltif etmiştir.

ALLAH, EŞSİZ SANATINI EFENDİMİZ’E GÖSTERMİŞTİR

Her sanat sahibi sanatını teşhir etmek ister. Allahu Teala yaratmış olduğu bütün alemleri, bu alemlerdeki eşsiz sanatı ve akıllara durgunluk verecek nizamı, güzel isimlerinin hakikat ve tecellilerini bütün mahlukat namına onlar arasından seçtiği kulu ve resulü Hz. Muhammed’i katına alarak O’na göstermiştir. Allah Resulü keyfiyeti bizce meçhul bir binek vesilesiyle Cenab-ı Hakk’ın yaratmış olduğu eşsiz sanat harikalarını bir bir görmüş ve en sonunda da bu sanatın kaynağı Cemalullah’la müşerref olmuştur.

...VE NAMAZ

Allah Resulü, miraçla beşerin ulaşamadığı noktalara ulaşmış, kurbetin hazzını tadıp geriye dönmüş ve sonra da orada duyup tattığı hakikatleri diğer insanlara da anlatıp o zümrüt tepelere onları da götürmek istemiştir. Cenab-ı Hak da Miraç’taki manevi atmosferi teneffüs edebilmeleri için adeta bir armağan olarak namazı Efendimiz vesilesiyle insanlara hediye olarak göndermiştir. Zira namaz, Allah Resulü’nün ifadesiyle her mü’minin miracı olarak, onları da miraca götürebilecek nurdan bir binektir. Bu sayede her mü’min, kılacağı namazın keyfiyeti ölçüsünde miraç ufuklarında pervaz edebilecektir


Tafsilî iman ne demektir?

ALİ DEMİREL
Peygamberimizin Cenab-ı Hak’tan alarak tebliğ ettiği esasların her birini, açık ve geniş bir şekilde, delilleriyle bilip iman etmektir.
Yani altı iman esasını; namaz, oruç, hac ve zekat gibi yapmakla mükellef olduğumuz ibadetleri; yapılmaması gereken şeyleri de bilip tasdik etmektir. Bir müslümanın farzı farz, haramı haram bilerek öğrenmesi, kabullenmesi ve hayatına yansıtması gerekir.

Tafsilî imanı elde eden kimsenin imanı
Bir pazara büyük bir zatın çeşitli mallarının geldiğini düşünelim. O malların o zata ait olduğu iki şekilde anlaşılır: Biri icmâlî bilmektir ki kişi, “Bu kadar çok ve kıymetli mal, ancak o zatın olabilir. Başkasının bu mala sahip çıkması haddi değildir” diye düşünür. Fakat, bu şekilde bir ilme, kişiyi şüphe ve tereddütten kurtarmaz. Birisi gelip, “Pazara gelen mal, bildiğin o kimsenin değil, filan kimseninmiş!” dese, böyle biri şüpheye düşebilir, hemen o kişiye inanabilir.
İkincisi ise, tafsilî olarak bilmektir. Kişi gider, her kumaş ve her parça üzerinde o zatın mührünü görüp okur. Böyle bir bilgi şüphe ve tereddütten uzaktır. Hiçkimse onu aldatamaz. Birisi gelse, “O mallar filan zatınmış” dese, hemen itiraz eder: “Hayır, o mallar filan zatın değil, filan kimsenin. Ben gittim, her bir mal üzerinde onun mührünü gördüm, okudum.” der.
İcmâli iman sahibi biri: “Bu kâinatı içindekilerle birlikte ancak Allah yaratmış olabilir. Allah’tan başkası böylesine bir güce sahip değildir.” der. Fakat böyle bir iman sahibi, aynen misalde olduğu gibi şüphe ve tereddütten kurtulamaz. Birisi gelse: “Hayır, kâinatı Allah yaratmadı” dese ve biraz konuşsa böyle birinin imanı tehlikeye girebilir.
Tafsilî olarak iman eden biri ise, her varlık üzerinde Allah’ın varlığını, birliğini, Allah’a ait olduğunu ispat eden mührü görür.

İman artıp eksilir mi?
İnanılacak iman esasları bakımından imanda artma ve eksilme olmaz. Bir kimse iman esaslarının hepsini kabul edip de bir veya bir kaçına inanmasa iman etmiş sayılmaz. Bu durumda iman gerçekleşmediğinden artması ve eksilmesi söz konusu olamaz. Bir peygamberden sıradan bir müslümana kadar herkes aynı hususlara iman etmekle yükümlüdür. Ancak iman, güçlü ve zayıf olması bakımından kişiden kişiye farklılık gösterebilir

Hiç yorum yok:

Powered By Blogger