29 Eylül 2007 Cumartesi

Bir miraç olarak namaz

Bir miraç olarak namaz ::
sadık yalsızuçanlar

Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşı'nda cephede savaşırken kaleme aldığı İşârâtü'l-İ'caz adlı eserinde, Bakara sûresini yorumlarken, namazın tadil-i erkânından söz eder ve şöyle der: "Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet, ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek, onun şe'nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiyye'nin şerhettiği gibi, öyle esrarı hâvîdir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe'nindendir. Namaz, Hâlık-ı Zülcelâl tarafından, her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde, manevî huzuruna yapılan bir davettir." Bediüzzaman'ın atıfta bulunduğu bahis, Fütuhat'ın 69. bâbıdır. Muhyiddin-i Arabî, gerek Fütuhat-ı Mekkiyye'nin bu bölümünde, gerek Tenezzülât adlı eserinde, 'münacat' kavramını kullanır ve abdestten namazın nihayetine kadar yapılan ibadetin bütün rükünlerinin manevî anlamlarını açıklar. 'Münacat' kelimesi, Hz. Şeyh-i Ekber'in ıstılahlarına aşinalığı olanlar için, kuşkusuz namazı çağrıştırır. Allah ile münacata yönelen kişi, ilk olarak abdest alır. Bu, bir ön hazırlık, bir arınmadır. Yani, zekatın kök anlamındaki gibi, bir tezkiye ile namaza başlar mü'min. Ardından kıbleye yönelir. İbn Arabî'nin eserinde, Ruhu'l-Emîn, kıbleye yönelmenin sırrını şöyle öğretir: "Semana (ruhuna) söyle ki, letafetiyle sana perde olmasın. Arzına (bedenine) söyle ki, kesafetiyle sana perde olmasın." Yani, bâtındaki kıble şeriatın zahirde tayin ettiği kıbleyi örtmemeli, zahirdeki kıble de bâtındaki kıbleyi örtmemelidir. "Nereye dönerseniz dönün, Allah'ın vechi oradadır" âyeti, Ruhu'l-Emîn'in şu talimatında yansır: "Dairevî bir yüz ol ki, bedeninin Kâbe'ye yönelmesi kalbinin huzur-ı ilâhîye yönelmesine mani olmasın." Kıble konusunu, 'kıyam ve kıraatin sırları' takip eder. Hz. Muhammed'e (s.a.v.) 'cevâmiü'l-kelim' verilmiştir ve Kur'ân önceki vahiylerin tümünün hakikatini içermektedir. O halde, Kur'ân okuyan kişi, Kelamullah'ı, bâtındaki haline göre, değişen çok farklı şekilllerde idrak edebilir. Namaz kıraati olarak Fatiha sûresi ve buna ilave edilen bir diğer sûre ya da birkaç âyet okunur. O halde İbn Arabî'nin ilk temas edeceği de Fatiha sûresi olacak; birbirini takib eden cümlelerinde geleneksel olarak Fatiha sûresine işaret eden isimleri açıklayacaktır: "Bil ki, onun iki yönü ve ortası ya da iki kısmı ve bu iki kısmı birbirine bağlayan bir bağı vardır." Burada, Fatiha sûresinin hadis-i kudsîde işaret edilen özelliğine telmih yapılmaktadır: "Namazı, (yani namazın temel unsurlarından olan Fatiha'yı) Benimle kulum arasında ikiye böldüm." Allah'a ait olan kısım, ilk dört âyet; insana ait kısım ise, son üç âyettir. Kıraati, rüku ve secde izleyecektir. Mü'minin miracını, yani yükselişini teşkil eden bu inişin ilk aşaması olan rükuda, bedenin sadece üst kısmı eğilir. Ve bu sebeple, rüku, sema ve arz arasında kıyamın temsil ettiği rububiyet ile secdenin temsil ettiği ubudiyet arasında berzah olmaktadır. Böylece rüku, kendisinde yüksek (hakkıyye) ve aşağı (halkıyye) hakikatleri toplayan insanın çifte tabiatını izhar eder. İşte bu yüzdendir ki, rükudan doğrulan musalli, mahlukata (ve dolayısıyla mahlukiyet veçhesiyle bizzat kendisine) Allah adına haber vermekte ve "Allah, O'na hamdedeni işitmiştir" demektedir. Nitekim, hadise göre de, rükudan doğrulmuş kulun ağzından konuşan, Allah'tan başkası değildir. Bir kez daha hadislere atıfta bulunan Hz. Şeyh-i Ekber, bedenin yere yönelmesiyle Allah'ın gecenin son üçte birinde dünya semasına inmesi arasında benzerlik kurar. Secde mahalli olan yere doğru eğilen insan, Allah'a yakınlık aramaktadır. Çünkü âyette 'secde et ve yaklaş' (Alak, 96:19), hadis-i kudsîde ise "Kulum Bana bir karış yaklaştığı zaman, Ben ona bir arşın yaklaşırım" buyurulmuştur. Fakat, nasıl ki arza eğilerek secdeye kapanmak kısa bir sürede gerçekleşir, bu eğilişe karşılık gelen tecelli de kısa sürelidir. Bu tecelli sabit değildir ve sürmesini istemek de beyhude olacaktır. "O, tıpkı yağ gibi kayar" (Rahman, 55:37). Secdeyle ilgili bahiste Şeyh-i Ekber, tekrar Alak sûresinin 19. âyetine döner ve bu âyetten aldığı ilhamla, şunları söyler: "Seni yakınlığa (kurbet) çağıran, O'nun el-Karîb adıdır. Sen, muhibsin, mahbub değil. İşte bu yüzden sana '(secde et ve) yaklaş' denilmektedir; yoksa, '(secde et) sen yakınsın' denirdi. Bil ki, secde esnasında şeytanın etkisinden uzak olur ve masum hale gelirsin. Çünkü secden, onu teshir eder ve senin üzerindeki gücünü kaldırır. O, seni secdede gördüğü zaman sadece kendisini (ve Allah'ın emrine isyan ederek Hz. Âdem'e müteveccihen secde etmeyişini) düşünür. Azabının ateşiyle yanmakta olduğu halde seni muti görmekte ve kendisini bekleyen akıbeti müşahade etmektedir." Fütuhat'ın 69. bâbının secdeyi anlatan bölümünde İbn Arabî mü'minlerin Hz. Peygamber'i (s.a.v.) örnek alması gerektiğini hatırlatarak, üç kez tekrarlanan, "Sübhane rabbiye'l-a'lâ" tesbihinden sonra gelen şu nebevî duayı iktibas eder: "Kalbime bir nur ver. Kulağıma bir nur ver. Gözüme bir nur ver. Sağıma bir nur ver. Soluma bir nur ver. Önüme bir nur ver. Arkama bir nur ver. Üzerime bir nur ver. Altıma bir nur ver. Bana bir nur ver. Beni nur kıl." Nur ismi, aynı zamanda ism-i azamdandır. İbn Arabî şöyle der: "Namaz kılan, secdede, ikinci olarak beni nur kıl, demektedir ki, bu da, 'beni Sen kıl' mânâsına gelir. Secdenin ulaştırdığı kurbet, 'Beni benden al ve yegâne varlığım Sen ol ki, baktığım herşeyi ancak Seninle göreyim' halidir." Kıyam, rüku ve secdeden sonra da celse, yani oturuş gelmektedir. Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattıktan sonra, 'arşa istiva etmiştir' (Hadid, 57:4) ve bu ilâhî istiva, tam olarak belirlemek gerekirse, Rahmân'ın istivasıdır (Tâhâ, 20:5). İbn Arabî, celse ve istiva arasında benzerlik kuracak; ve hem bu benzerlikten, hem de oturuş sırasında okunan teşehhütten pek çok sonuç çıkaracaktır: "Seni hakikatlere ulaşmak ve incelikleri idrak etmekten alıkoyacak hiçbir perde kalmamıştır. Ama, bu mahsusat âlemiyle mezcolmuş olman müstesna... Ayrımlanma (infisal) gelip birleşme zail olduğunda, hakikatler tecelli edecek ve o zamana kadar sana kapalı kalmış sırlara muttali olacaksın." Fakat, dünyadan zaten ilgisini kesmiş, Hz. Peygamber'in ifadesiyle 'ölmeden önce ölmüş' olan kişi için herhangi bir bekleyiş yoktur: "Sen, istiva makamına (kusursuz bir denge haline) ulaştın. Sema ve arzın tasarrufu altından çıktın." İzleyen cümleler, teşehhüdü oluşturan ibarelere karşılık gelecek şekilde sıralanmaktadır: "O halde, sureti üzere yaratılmış olduğun Allah'a salât et. Ardından sana hidayet getirmiş olan ve-nida kelimeleri aracılığıyla varlığı kesin olarak bildirildiğine göre-önünde bulunmakla onurlandığın Hz. Peygamber'e selam et." İşaret edilen nida kelimeleri, teşehhüdde Hz. Peygamber için kullanılan ve dilbilgisine göre, hazır bulunan ikinci şahsa (muhatab) has, 'yâ eyyühe' ibaresidir. "Sonra da, Allah'tan gelen bir selamla, kendini ve kendi cinsinden olan bütün varlıkları selamla. Çünkü (aynı zamanda esmâ-i hüsnâdan olan) Selam, senin Rabbindir. Ve Selam isminin derecesi senin (o andaki) tecellinin mahallidir. Ve nihayet O'nun birliğini ikrar ve her türlü şirki redd et (teşehhüdün sonunda yer alan kelime-yi şehadete telmih!). İşte o zaman senin kaybolman gerekiyor, çünkü arzu ettiğini bu gaybetin içinde bulacaksın." Namaz kılan kişi, iftitah tekbiriyle beraber girmiş olduğu namazdan çıkmak üzere, başını sağa çevirerek 'esselâmu aleyküm' demelidir. Bu selam, çeşitli anlamlar taşıyabilmektedir; ya da gafil bir musalli tarafından âdet saikiyle ve huzur-ı kalb olmaksızın telaffuz edilmiştir ve hiçbir anlam taşımayacaktır: "Namazda müslümanlar, iki topluluk halindedir ve dolayısıyla namazı kılmanın da iki şekli vardır. Bu iki şekli birleştiren kişiyse, bunlara karşılık gelen hakikatleri de birleştirmiş olacaktır. Bu iki topluluktan efdal olan, (namazdan çıktıkları sırada) Allah'ın bir isminin tedbirinden bir diğer isminin tedbirine geçtikleri için selam verenlerdir. Kullar, ayrıldıkları ve birleştikleri isimleri selamlamaktadır. Diğer topluluktakiler ise, ayrılmakta oldukları Rahmân'ı ve geri dönmekte oldukları mahlukatı selamlar."

Hiç yorum yok:

Powered By Blogger