15 Eylül 2007 Cumartesi

MÜMİNLERİN ÖZELLİKLERİ VE HUŞU

MÜMİNLERİN ÖZELLİKLERİ
Mü’minun 1-11
“Mü'minler saadete ermişlerdir. Onlar namazda huşû içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar zekât verirler. Onlar, eşleri ve câriyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar yerilemezler. Bu sınırları aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir. Onlar emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler. Namazlarına riâyet ederler. İşte onlar, temelli kalacakları Firdevs cennetine varis olanlardır.”
1. “Mü'minler saadete ermişlerdir.”
Muhakkak ki mü’minler felâha ermiştir, mü’minler başarıya ulaşmıştır, mü’minler kurtulmuştur. Yeryüzünde felâha erenler, kurtulanlar, başarıya ulaşanlar yalnızca mü’minlerdir. Dünya ve âhirette kaybetmekten, zarara uğramaktan kurtulanlar, kazananlar sadece mü’minlerdir. Mü’minlerin dışında herkes hem dünyada hem de Ukba’da kaybetmişlerdir, hüsrana mahkum olmuşlardır.
Mü’minler kesinlikle kazandılar. Onlar dünyada zilletten, kaybetmekten; âhirette de cehenneme girmekten, ateşe yuvarlanmaktan kurtuldular.
Peki neymiş onların özellikleri? Kimmiş o dünya ve ukba kurtuluşuna erip kârlı çıkanlar? Onların birinci özellikleri:
2. “Onlar namazda huşû içindedirler.”
Onlar haşyet içinde bir namaz ikame ederler, Allah’ın huzurunda olmanın bilinci içinde bir namaz icra etmektedirler. Onlar namazda Allah’tan mesaj almanın, Allah’a tekmil vermenin bilinci içindedirler. Onlar, namazlarında huzurunda bulundukları Rablerinden haşyet içindedirler, Rablerinin azametinden tir tir titremektedirler. Onlar, kalpleri Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini anmakla yumuşamış, Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini hatırlamaktan zevk alan kimselerdir. Rablerini razı edememenin, Rablerinin hatırını kazanamamanın, Rablerinin istediği kulluğu yapamamanın endişesi ve derdiyle kıvranırlar. Allah’ı gücendirmekten ve razı edememekten korkarlar.
Haşyet korku mânâsınadır. Ama yılandan, çıyandan, akrepten korkmak ayrıdır, kişinin anasından korkması ayrıdır. Niye korkar kişi anasından? “Acaba kalbini mi kırdım?” diye. İşte o müminler de Rablerinden böyle bir haşyet içindedirler. Rablerinden, Rablerinin rahmetinden ve cennetinden ümitlerini kesmemekle beraber, ‘acaba?’ diye yine de korku içinde bir hayat yaşayarak her an daha iyi, daha güzel bir müslümanlığa çabalarlar.
Onlar namazlarında aldıkları mesajları hayatlarında uygulayamamanın endişesiyle üzülürler. Namazlarında okudukları cehennem âyetlerinin, vaîd âyetlerinin korkusuyla sapsarı kesilirler. Cennet ve mükâfat âyetleriyle sevinip coşarlar. Rableri tarafından kendilerine sunulan örneklere, peygamberlere benzemeye çalışırlar.
Namazın bilincindedirler onlar. Namazda okudukları âyetlerin bilincindedirler. Namazın tekbirinin, kıyamının, rükusunun, secdesinin farkındadırlar. Namazda ne dediklerinin, ne yaptıklarının farkındadırlar onlar.
Evet, namazda huşû sahibi olabilmek için namazda ne dediğimizin, ne okuduğumuzun farkında olmak zorundayız. Ne dediğini, ne okuduğunu bilmeyen kimsenin kıldığı namaz sarhoşun namazı gibidir.
Çünkü Rabbimiz, kitabımızın başka bir âyetinde, ‘ne dediğinizi, ne söylediğinizi bilemeyecek kadar aklınız başınızda değilse namaza yaklaşmayın’ buyuruyor. Ne dediğimizi bilerek bir namaz kılacağız ve namazda nasıl bir mesaj almışsak öyle bir hayat yaşayacağız. Evet o mü’minlerin birinci özellikleri buymuş.
İkinci özellikleri ise:
3. “Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.”
Yine o mü’minler lağviyyattan, boş işlerden, boş sözlerden, boş bir hayattan yüz çevirirler, uzak dururlar. Evet tüm hayatlarında, tüm konuşmalarında, tüm bakışlarında, tüm düşüncelerinde, tüm davranışlarında, tüm hareketlerinde boş şeyleri terk ederler.
Fakat burada önemli bir şey var. O da kişi için lüzumlu ve lüzumsuzu, boş ve doluyu Allah ve Rasûlü söyleyecektir. Öyleyse kişi önce Allah ve Rasûlünün dediklerini tanımalı ki, lüzumluyu ve lüzumsuzu ayırabilsin. Demek ki bu iş Kitap ve sünneti tanımaktan geçmektedir. Demek ki iyi bir müslüman olmanın yolu kitap ve sünneti tanımaktan geçmektedir. Kitap ve sünnet bilinmeden lüzumlu ve lüzumsuz, boş ve dolu bilinemeyeceğine göre iyi bir müslüman da olunamayacak demektir.
Evet, bizi ilgilendirmeyen, amelin konusu olmayan ve yarın mizanımıza konmayacak cinsten olan -konsa bile cennete götürücü olmayan- sözlerin, amellerin tümünden yüz çevirmek zorundayız.
Müslüman gerek söz, gerek amel olarak boş şeylerin peşine takılmayan kimsedir. Çünkü kavil ve fiillerden ibaret olan amellere İslâm’ın damgalarını biliyoruz. Sâlih amel, gayr-i sâlih amel. Sâlih bir imandan kaynaklanan amellere sâlih amel; sâlih ve sahih bir imandan kaynaklanmayan ya da küfürden kaynaklanan amellere de gayr-i salih ameller denir.
Yine Kur’an’ın ifadesiyle ahsen amel, gayr-i ahsen amel tarifini görüyoruz. Değişik bir ifadeyle İslâm amellere üç damga vurur:
1- Sahibini cennete götürücü olan ameller.
2- Sahibini cehenneme götürücü olan ameller.
3- Sahibini cennete de cehenneme de götürücü olmayan ameller.
Cehenneme götürücü olan amelleri reddedeceğiz, cennete götürücü olanlara sarılacak ve ne cennete ne de cehenneme götürücü olmayanlardan da sakınacak uzak duracağız.
4. “Onlar zekât verirler.”
Yine o kurtuluşa eren, dünyada da âhirette de başarıya ulaşan mü’minler zekâtı verirler. Zekâtla iç içedirler. Zekâtı asla unutmazlar. Namazda huşû sahibidirler onlar, namazda ne dediklerinin, ne okuduklarının, Allah’a ne tür sözler verdiklerinin, Allah’tan ne tür mesajlar aldıklarının farkındadırlar ve namazla aldıkları mesajı kardeşleriyle paylaşmanın kavgasını vermektedirler. Namazla, bedenlerinde Allah’ı söz sahibi kabul ettikleri gibi, zekâtla da Allah’ın mallarına karıştığını ortaya koyarlar. Allah’ın kendilerine verdiği mallardan Allah’ın kullarına da verirler.
5-6. “Onlar, eşleri ve câriyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar yerilemezler.”
Yine o mü’minler hanımları ve câriyeleri müstesna ferçlerini, avret yerlerini herkesten korurlar. Irz ve namuslarını muhafaza ederler. Allah’ın kendilerine tanıdığı nikâh dışı ilişkilere girmezler. O mü’minler ırz ve namuslarını korumalarının felâha erme sebebi olduğunu bilirler. Felâha erebilmek için mutlaka Allah’ın istediği biçimde ırz ve namusun korunması gerekmektedir. Allah’ın yasakladığı nikâh dışı ilişkiden, zinadan, fuhuştan uzak durmak gerekmektedir. Bu korunmanın ölçüsünü de Allah ve Rasûlü belirleyecektir.
Yâni bir müslüman erkek ve kadın ırzını kime karşı koruyacak, kime karşı korumayacak bunu kendi kendine belirlemeye kalkışmayacaktır. Bu konuda da söz sahibi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Erkekler hanımları ve câriyelerine karşı, kadınlar da kocalarına karşı ırzlarını korumak zorunda değillerdir.
Onlar bu konuda asla kınanmazlar. Yâni meşru dairede, Allah’ın izin verdiği sınırlar içinde dört tane karısı ve câriyeleri olan bir müslüman onların namuslarından istifade konusunda asla kınanmaz. Allah, istediği kadar, ‘kınanmaz’ desin. Şimdi insanlar kınayıp geçiyorlar. Birden çok evlenen müslümanlar bu toplum tarafından kınanıyor, yadırganıyor, dışlanıyor. Sanki insanlar Allah’la yarışırcasına, sanki bu işi Allah’tan daha iyi bilircesine, böyle müslümanları kınamadan yana bir tavır alıyorlar.
7. “Bu sınırları aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir.”
Kim bu konuda sınırı aşarsa, haddi tecavüz etmiştir. Kim ki Allah’ın kendisine helal kıldığı zevceleri ve câriyeleri varken, bunların ötesine taşarak başkalarının namuslarına uzanmaya kalkışırsa, nikâh dışı ilişkilere girer, kanuni hakkını aşarsa, işte onlar sınırı çiğnemiş, haddi tecavüz etmiş kimselerdir ki ne bu dünyada ne de öbür tarafta böylelerinin kurtulması, başarıya ulaşması mümkün olmayacaktır.
8. “Onlar emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler.”
O mü’minler emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler. Emanetlere ve verdikleri sözlere, randevulara sadık kalırlar. Allah’ın emanetlerine, Allah’a ve insanlara verdikleri sözlerine riâyet ederler. Emanet olarak, gerek Allah emanetini gerekse kulların emanetini emanet bilirler. Emaneti, emanetin sahibinin istediği gibi kullanırlar. Emanetle ilişkilerini, emanetin sahibinin istediği şekilde ayarlarlar. Allah emanet olarak kendilerine ne vermişse. Din mi verdi? Kitap mı verdi? Peygamber mi verdi? Akıl mı verdi? Sıhhat mı verdi? Zaman mı verdi? Mal, mülk, fırsat, imkân mı verdi? Ev, araba, arsa mı verdi? Evlât mı verdi? Hanım mı verdi? İrade mi verdi? Namaz mı? Oruç mu? Abdest mi? Namus mu? İffet mi? Hac mı? Arafa mı? Bayram mı? Cuma mı? Bunların tümünü emanetin sahibinin razı olduğu yerlerde kullanarak emanetlerini yerine getirirler. Yâni, dinin tamamına riâyet eder, Allah’ın kendilerinden istediği bir hayatı yaşarlar.
Onlar, kullar arasındaki emanete de riâyet ederler. İnsanların kendi aralarında birbirlerine emanet ettiği, emanet verdiği şeylere de riâyet ederler. Bir mü’min kardeşinin, ya da bir kâfirin emanetine de riâyet ederler. Yâni bir kâfir kendilerine bir şeyler emanet etmişse asla ona hıyanet etmezler. Randevularına riâyetkar davranırlar. Emanet sahiplerine karşı sahtekârlık yapmazlar. Hatta savaş halinde oldukları insanlara bile namuslu davranırlar. Sözlerine, anlaşmalarına sadık davranırlar. İşte gerek bu dünyada, gerekse âhirette felâha ermenin şartı budur.
Tabii evvela Rabbimize ezelde verdiğimiz ahitlerimize riâyet etmek zorundayız. Allah ahdine riâyet etmeyenlerin insanların ahitlerine riâyet etmeleri mümkün değildir. Evet, önce Allah ahitlerine riâyet ederler, ona sadık kalırlar, sonra da insanlara verdikleri ahitlerine, taahhütlerine sadık davranırlar. Ahitleri, sözleri İslâm’a zıtsa hemen vazgeçerler, değilse ne pahasına olursa olsun verdikleri sözlerinden dönmezler.
9. “Namazlarına riâyet ederler.”
Namazlarını muhafaza ederler. Namazlarını korurlar. Namazlarını kaybetmemek için tüm gayretlerini teksif ederler. Namazlarının üzerine titrerler. Çünkü namaz gitti mi tüm hayat gitmiş demektir. Ben müslümanım diyen bir insanın namazsız bir hayat yaşaması hiçbir zaman düşünülemez. Namazsız müslümanlık olmaz.
Namazın korunması, namazın hayatta fonksiyonunun korunması, varlık sebebinin korunması demektir. Yâni namazı muhafaza demek, namazla Allah’tan alınan mesajı muhafaza etmek ve namaz sonrası hayatı onunla düzenlemek demektir.
İşte mü’minler, namazla Allah’tan mesaj alan ve bu mesajı seccadede unutmayan, namaz sonrası hayatlarında da sürdüren, muhafaza eden ve hayatlarını bu namazla, bu mesajla dengede tutmayı beceren kimselerdir. Namazda okudukları sûrelerin mânâlarını, muhtevalarını unutmayıp, muhafaza edip vermelerinde, almalarında, küsmelerinde, barışmalarında, giyimlerinde, kuşamlarında, evlenmelerinde, boşanmalarında, okumalarında, yazmalarında, hukuklarında, eğitimlerinde, namuslarında, iffetlerinde uygulamaya koyan kimselerdir onlar. Yâni namazda aldıkları mesajla hayatlarını düzenlemeyi beceren kimselerdir onlar.
10,11. “İşte onlar, temelli kalacakları Firdevs cennetine varis olanlardır.”
Firdevs cennetleri bunlarındır. Firdevs cennetleri cennetlerin en yüce dereceleridir ve Rasulullah Efendimiz, “istediğiniz zaman Allah’tan Firdevs cennetlerini isteyin” buyurur. Evet, “işte bu mü’minler cennetin en yüksek derecelerine ulaşmış kimselerdir” diyor Rabbimiz. Firdevs cennetlerine ulaşmak hedefimiz olacak, düşüncemiz olacak. Oraya ulaşmanın yolunu da Rabbimiz sûrenin başındaki bu ayetlerle anlattı.
Demek ki, namazda huşû duyacağız. Namazlarımızda ne dediğimizin, ne okuduğumuzun farkına varacağız, namazlarımızı Allah’ın istediği gibi ikame edeceğiz. Sonra, dünyamızı da, âhiretimizi de ilgilendirmeyen, bizi cennete götürmeyen şeylerden, boş bir hayattan uzaklaşacağız. Zekâtımızı, malla ilişkilerimizi Allah’ın istediği şekilde ayarlamanın hesabını güzel yapacağız. Ferçlerimizi, ırzlarımızı, namuslarımızı koruyacağız, iffetli, hayalı olacağız. Gerek Allah’a verdiğimiz sözlere, gerekse Allah’ın kullarına verdiğimiz vaatlerimize sadık davranacağız. Hayatımızda namazın fonksiyonunu koruyacağız, namazlarımızı muhafaza edeceğiz. Böylece hem dünyada, hem de ukbada başarıya, felâha erenlerden olacağız ve inşallah, Firdevs cennetlerine gitme hakkını elde etmiş olacağız.
Ali Küçük

Hiç yorum yok:

Powered By Blogger