15 Eylül 2007 Cumartesi

HUZURA VARIŞ 5

Huzura Varış - 5 - (Namaz Dosyası)

Namazı vaktinde edâ etmek

Gençlerden biri, birgün, eğitimci-yazar Vehbi Karakaş’a soruyor:

Hocam, gündüz işteyim. O gün kılamadığım namazlarımı akşam eve dönünce kaza etsem olur mu?

Karakaş şöyle cevap veriyor:

Sen askersin farzedelim. Komutan sana günde 5 defa haber gönderse, sen gitmeyip de akşam komutanın huzuruna çıksan, üstüste üç selam veya beş selam çaksan, “emrinize hazırım komutanım” desen olur mu?

Namazı vaktinde kılmak çok önmlidir...

Allah Rasûlü (a.s.m) namazı vaktinde edâ hususunun ehemmiyetini şöyle ifade buyurmuştur:

“İbadet zamanın ilk saatinin son saatinden üstünlüğü, ahiretin dünyaya üstünlüğü gibidir.”

“Namaz vaktini nerede idrak edersen, hemen kıl! Çünkü fazilet ondadır.”

“Vaktinden geç kılınan namaz, münafığın namazıdır.”

Namazın unutulma ya da uyuyup kalma neticesinde kılınamaması hâlinde de Allah Rasûlü (a.s.m) şöyle buyurmuştur: “ Bir kimse bir namazı unutsa ya da uykuda geçirse, onnun kefareti, hatırlayınca hemen kılmaktır.”



Bir asker, komutanı kendisini çağırdığı zaman: “bir dakika ayakkabılarımı boyatıyorum” diyebilir mi? ve ya “işim bitsin de sonra gelirim” diyebilir mi?

Bir kulunu Allah(c.c) günde 5 vakit huzuruna çağırır da, o kul: “bir dakika evimi boyatıyorum, villa yaptırıyorum, beş dakika canım şu işleri bir bitireyim, 40-50 yaşına bir geleyim. Ondan sonra birşey düşünürüz.” Dese bu davranış bir laübalilik ve terbiyesizlik olmaz mı?



Gün içerisinde, Rabbinin insana, kendisiyle adetâ konuşma imkânı sağladığı, onu huzuruna kabul ettiği, huzuruna çağırdığı bir ibadet namaz. Sanki Rabbi insana namaz vakti girdiği an şöyle nida ediyor: “Kulum bırak işini ve huzuruma gel.. gel de, ihtiyaçlarını, sıkıntılarını paylaş benimle.. Sana ben medet olayım.. Bu ana kadar yaptığın ibadetleri bana takdim et... et ki, ben onları katımda çoğaltarak, amel defterine yazayım. Kainatın ibadetine seni hissedâr kılayım...”





Evet... İnsanı efendisi huzuruna çağırıken, o an yaptığı işin ne önemi var? “Efendim beni huzuruna çağırıyor!” deyip Rabbiyle kulun hemhâl olmasından daha güzel ne var? O an!!... O an!!.. yani ezanın okunduğu an.. “Rabbim beni çağırıyor” deyip, huzura varmaktan daha önemli ne var? Efendimizin bizi namaza çağırdığı an icabet etmek çok önemlidir..!

Ezan ile, namaz arasını ne kadar kısa tutarsak, okunduğunu duyar duymaz, abdest almaya koşar, ya da abdestliysek hemen namaza durursak, Allah’ın izniyle, pek çok vesvesenin de önü kesiliyor inşaallah..





Rabbimizin bizim ibadetimize, Onun huzuruna çıkmamıza ihtiyacı yoktur.. O huzurdan medet almaya, o huzurda gıdalanmaya, o huzura iltica etmeye, sığınmaya, biz muhtacız..

Candan bir dostunuz vardır.. Derdinizi anlatmaya gidersiniz.. sıkıldığında yüzünü görmek istediğiniz bir arkadaş, bir dostunuz... Ama dostunuza hergün günde beş vakit gidip derteşemezsiniz... Her zaman yanınızda bulamazsınız.. Her an, müsait olmayabilir sizi görmek için...

Ama, Allah...! Allah öyle bir dosttur ki insana, siz istemeseniz de, hatırlamasanız da, hep yanıbaşınızdadır. Siz daha Ona iltica etmeden, kalbinizden geçenleri bilir de medet verir.. Allah kimin dostuysa, dostlarını karanlıktan nura çıkarır. Onların imdadına yetişir. Dost, dostunun ızdırabına razı olur mu?

Evet... Allah’a ne kadar dostuz..??

Bize sevgili olanları sevdiğimiz kadar O’nu seviyor muyuz? Bir boğaz için neleri feda ederiz... Sabah erkenden kalkarız... Namazı ise, kılmayıveririz..L Yaşantımız hakiki imana, İslâmiyete muvafık mıdır? Rabbimizin rızasına uygun mudur? Hiç düşünmeyiz...



Namaza lâkayd kalışımızın sebepleri nelerdir?

Birincisi:

Namazın hakikatinin, kendi hakikatimizin ve Rabbimizin cahili oluşumuz..

İkincisi: Tembellik döşeğinde oturuşumuz.. Üşengeçliğimiz yani...

ve...

Üçüncüsü: Gaflet uykusunda oluşumuz... Yani zaman bulamıyoruz bir türlü.. Âlemlerin Rabbinin huzuruna varmaya...



Birinci İkaz: Ömrümüz ebedî mi?...

Acaba şu dünyadaki ömrümüz ebedî midir? Hiç kat’î senedimiz var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalalacağız? Bize usanç veren, ebedî bir ömrümüz var gibi hayal etmemiz.. Keyf için, bu dünyada kalacakmışız gibi nazlanıyoruz. Eğer anlasaydık ki ömrümüz azdır!!! Hem faydasız gidiyor; elbette onun 24’ten birisini, sonsuz bir saadete, ebedi bir hayatın huzuruna vesile olacak, güzel, hoş, rahat ve rahmet bir hizmete sarfederdik.. Üşenmek yerine, o saadeti, o rahmeti, o huzuru elde edebilmek için, namaza nazlanmak değil, koşa koşa giderdik...

İkinci ikaz: Mânevî gıdamız....

Hergün hergün yediğimiz yemek, içtiğimiz su, teneffüs ettiğimiz hava, bize usanç verir mi? Aksine bu ihtiyaçlarımız tekrar ettikçe lezzet alırız. Öyleyse, hâne-i cismimizde arkadaşlarımız olan kalbimizin gıdası, ruhumuzun âb-ı hayatı, latifelerimizin, duygularımızın teneffüs ettiği hava hükmünde olan namaz dahi, bizi usandırmaması gerektir.

Emeller, arzular ve elemlerle yorgun olan kalp, namazla dinlenir... Herşeye gücü yeten ve Rahmeti sonsuz bir Zatın huzurunda, Allah’ın Rahmetiyle gıdalanır, kudretine dayanır.



Ruh ise, alâkadar olduğu, alıştığı şeylerin elinden gidiyor olmasıyla, herşeye bedel olan, fani olmayan Bâkî bir Rabbin huzuruna namazla yönelmekle inşirah ve huzur bulabilir. Ruhun gıdası da namazdadır...



Duygular, hisler ve diğer hassalar ise, o kadar hassas yaratılmışlardır ki, geçici dünyevî vaziyetlerin verdiği sıkıntılar içerisinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.



Sabah Namazı Örneği :



Evet...

Bizler, gayet zayıf, hassas bir fıtrattayız. Allah(c.c) insanı çok hassas bir yapıda yaratmış. Uzakta ya da yakında olan bir hadiseden etkilenip üzülebiliyoruz.

Şeytan, nefis, korkularımız, endişelerimiz karşısında aciz kalıyoruz.

Başımız ağrıdığı zaman, cesedimize söz geçirmenin âciziyiz...

Bugün havanın bulutlu olduğunu söylerken, kainattaki tasarrufun aciziyiz...

İçimde bir sıkıntı var derken, iç dünyamızı bile anlamanın, söz geçirmenin aciziyiz...

Aynı zamanda, hem ihtiyaçlarımızın karşılanmasına, hem de arzularımızın gerçekleşmesine muhtacız. Hadsiz ihtiyaçlarımdan dolayı da pek fakiriz.

Hem hepimizin, ulaşmak istediğimiz yüksek maksatlar vardır. Akıl bu hedeflere ulaşmak istediği halde, elimiz kısa, iktidarımız kısa, sabrımız kısa, ömrümüz kısadır.



Şimdi bu vaziyette bir ruhun, Sabah zamanında, bir Kadîr’i Zü’l-Cemâl’in dergâhına, yani Kudreti herşeye yetişir ve Rahmeti herşeyi kuşatır bir Zatın huzuruna, niyaz ile, namaz ile müraacat edip;

hâlini arz etmesi, muvaffakiyet ve medet istemesi, ne kadar lüzumlu olduğunu insan hissediyor...

ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek ve beline yüklenecek işleri tahammül için, ne kadar gerekli bir dayanak noktası olduğunu idrak ediyor....







Üçüncü ikaz: Sabır kuvveti...

Cenâb-ı Hak aslında bize herşeye karşı yetebilecek bir tahammül, sabır kuvveti vermiştir.

Ancak, biz verilen bu sabır gücünü, geçmişe ve geleceğe dağıtıp, şimdiki zamanımızı, ‘an’ımızı güçsüz, zayıf, sabırdan yoksun bırakıyoruz.

Meselâ geçmişte kıldığımız namazları düşünüp, gelecekte de kılacağımız namazları hayal edip, şu anda vakti giren namaza durmaya sabır gösteremiyoruz.

Oysa, geçmiş günlerdeki ibadetlerin, zahmeti gitmiş, elimizde Rahmeti, sevabı, lezzeti kalmış... Bunun bize usanç değil, bugün o ibadetleri yapmış olmanın verdiği rahatlık, lezzet ve sevaplarla birlikte bir gayret vermesi gerekmez mi?

Gelecek günler ise, daha gelmemişler... Şimdiden düşünüp usanmak, aynan o günlerde açlığı ve susuzluğu bugünden düşünüp, bağırıp çağırmak gibi değil midir?

Demek, insan ibadet cihetinde yalnız bugününü düşünmeli...

Allah Rasûlünün bu noktada, tavsiyesi, “yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın...”

Bir mânâ büyüğüne (Hatem-i Esamm (r.a)) sormuşlar:

Namazı nasıl kılarsınız? Cevap vermiş:

Namaz vakti yaklaşıncagüzelce abdestimi alır, namaz kılacağım yere gider, orada oturur, aklımı başıma alır, sonra namaza için kıyam ederim. Kâbe’yi iki kaşım arasına, Sırât’ı ayaklarımız altına, Cenneti sağıma, Cehennemi soluma alır, Azrâil (a.s) ‘ı başımın üzerinde kabul eder, korku ve ümit ile, Alemlerin Rabbinin huzuruna dururum. Düşünerek tekbir alır, ağır ağır ve mânâsını düşünerek Kur’ân okurum, tevâzu ile rükûya gider, huşû ile secdeye kapanırım. Namazlarımı ihlâs ve samimiyetle kılmaya çalışırım.

Evet.. kılmış olduğumuz namazı son namazımız gibi, o anın namazı olarak kılmak gerekir. Öyle değil midir? Aslında her anımız son anımız hükmünde değil midir? Kıldığımız namazdan sonraki namaz vaktinde, bu âlemde bulunup bulunmayacağımızı bilmiyoruz.

Eyup sultan Hz. olarak tanıdığımız, Ebû Eyyûb el-Ensâri Hz.’nin rivâyet etiği bir Hadis-i Şerifte,

“Bir kişi, Rasûlullâh’a gelerek,

- Yâ Rasûlullâh, bana veciz şekilde nasihat eder misin? dedi.

Bunun üzerine Rasûlullâh (a.s.m) nasihat isteyen o adama şöyle dedi:

Namazını kıldığın zaman, sanki dünyaya vedâ ediyormuşsun gibi ol; yarın özür dileyeceğin bir sözü söyleme, insanların elindekinden ümidini kes. (18)

Evet.. Namazı, dünyaya vedâ ediyormuş gibi kılmak, Rasûlullah’ın bir tavsiyesi...





Dördüncü İkaz: Namazın neticesi...

İnsanın kulluk vazifesi olan namaza gayret etmeyişimizin şevke gelmeyişimizin sebebi, namazı neticesiz sanmamız mıdır? Acaba namaz, neticesiz midir?

Düşük bir maaşla, akşama kadar, şu dünyadaki rahatımız için çalışıyoruz...

Acaba, bu dünya misafirhânesinde âciz ve fakir kalbimize kuvvet ve zenginlik; ve elbette bir menzilimiz olan kabrimizde gıda ve ziya,ışık; ve mahkememiz olan mahşerde sened ve berat; ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat köprüsünde nur ve burak olacak bir namaz neticesiz midir?

Cenâb-ı Hak bize Cennet gibi bir neticeyi, saadeti ebediye gibi bir hediyeyi bize vaad etmiş...

Eğer, namazı kılmazsak, ya da isteksiz, yarımyamalak, usançla namaz kılışımızla, onu vaadinde itham etmiş ve hediyesini küçük görmüş olmaz mıyız? Yani sanki neticesiz bir kulluk yapıyor gibi, ya da Allah’ın sonsuz bir saadet hediyesini az görüyor gibi olmaz mıyız?

Cennetinin yanında, içinde adaletin güzelliği olan Cehennemin yaratılması ve orada bulunma ihtimâlimizin korkusu, en hafif ve en latif bir ibadet olan namaz için, bize bir bir gayret vermiyor mu?

İbadetin neticesi, dünya ve ahirette saadettir, huzurdur.. ve bu saadete biz muhtacız..

İnsanı sıratta Yunus kadar yiğitleştirip:

“Sırat kıldan ince

kılıçtan keskincedir;

varıp anın üstünde

evler kurasım gelir”

diye konuşturan namaz, neticesiz midir??



Beşinci ikaz: Geçim derdi...

Kimi zaman, namaz kılamayışımızın sebebi olarak, geçim derdini ileri süreriz. Çalışıp para kazanmaktan, namaza vakit bulamıyorum şeklinde ifade ederiz..

Acaba, sırf bu dünya için mi yaratılmışız ki, bütün vaktimizi ona sarfediyoruz?

Namaz kılmadan çalışan bir insanla, namaz kılan bir mü’min arasında ne fark vardır?

Farz namazı terk ederek çalışan birinin, çalışmasının neticesi, yalnızca bu dünya ile sınırlıdır. Nafakası, dünyevî, ehemmiyetsiz ve bereketsizdir.. Ne kadar çalışırsa çalışsın para yetişmez.. Bereket, yoktur... Ne kadar iş yaparsa yapsın, çalışmak da ibadettir diyemez.. Çünkü namaz yoktur... Namazın olmadığı bir yerde hangi ibadetten bahsedilebilir??????!

Çalışmak, helâl yoldan geçimini temin etmek ve başkalarına yük olmamak doğrudur. Ancak çalışmak uğruna namazı terk etmektir yanlış olan...



Oysa, 5 vakit namazını kılan bir mü’minin çalışması da ibadettir...

İstirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne vesile olan namaza sarfederek, bereketli bir dünyevî nafakayla beraber, ahiret nafakasını da da çıkarmış olur. Hem çalıştığı saatler, boş yere gitmez, dünyayla sınırlı kalmaz, her anı, amel defterine ibadet hükmünde yazılır. Bir işte çalışmak da, ders çalışmak da, ev işlerine çalışmak da aynıdır...!



İstikbal tarifi:

Bizim, istikbâl, gelecek hakkındaki tarifimiz, istikbâlden ne anladığımız, hayatımızı biçimlendirmede çok önemlidir.

İstikbâl dediğimiz 60-70 senelik bir ömür müdür? Sonu kabirle neticelenen bir gelecek, gerçek bir tarif olabilir mi? Fani olan, bir istikbal, gerçek anlamda hayatlarımızı endeksleyebileceğimiz, üzerine kurabileceğimiz bir istikbal olamaz..! Evet.. bizim yanlış tarif edip, istikbal tanımının içine koyduğumuz gelecek, kabirde sona ermektedir. Hakiki gelecek, ahirettir..! Ebedî bir âlemdeki geleceğimizdir.

O gelecekte nerede olmak istiyorsak, oraya endeksli bir yaşamımızın olması gerekmez mi?

Şu 60-70 senelik dünyada, geniş imkânlarla yaşam sürebilmek için okuyoruz, çalışıyoruz, ilerde lâzım olur diye, şimdiden birikimler, yatırımlar yapıyoruz. Gelecek dediğimiz o günlere şu anlarımızı endekslemiyor muyuz?

Peki hakiki istikbâl olan âhiret hayatımız, oradaki konforumuz, orada daha iyi, kaliteli bir yaşamımızın olması için, şu an ne yapıyoruz??? Bu anımızdan, oraya ne gibi yatırımlar gerçekleştiriyoruz?

Evet... gelecekte kaliteli ve iyi bir yaşam istiyorsak, şimdiden bunu düşünmeliyiz. Hayatımızı, bize bu hayatı ihsan edene göre hayatlarımızı biçimlendirmeliyiz.



Bir gün kaç saattir?

24 saat...

24 saat, 24 altın gibi, bize Âlemlerin Rabbinden, hergün bağışlanıyor.

Bizden bu 24 saat içerisinde istenen, yalnızca bir saattir.

Evet.. 1 saat, abdestle birlikte, 5 vakit namaza kâfi geliyor.

Değerli ve kıymetli olan şeyleri, az ve ucuz bir masrafla elde edemeyiz.

Ancak, namaz, çok kıymetli, mühim ve hayatî ehemmiyeti hâiz olduğu halde, çok ucuz ve az bir masraf ile kazanılır.

24 saatimizin yalnızca 1 saatini harcarız namaza...Ve diğer bütün mübah dünyevî amellerimiz, ibadet hükmünde kaydedilir...

Beş vakitte toplam, farzlar itibâriyle 17 rek’at namaz vardır.

Hem en çok bilinen ve kısa sûreler okunması da makbul görülmüş...

Ayakta duramıyorsak, oturarak, oturamıyorsak uzanarak, su bulamıyorsak teyemmüm ederek namaz kılmamıza izin verilmiş...

Acaba, 23 saatimizi şu kısacık dünyevî hayata sarf ederken, 24’ten 1’ini ebedî hayatımıza sarfetmezsek, ne kadar zarar eder, ne kadar nefsimize zulmeder ve ne kadar akla uygun düşeriz?

Halbuki namazda ruhun, kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir.

Namaz kılmak için ne gerekir? Ne zenginlikle, ne malla alâkalı değildir. Bir abdest kâfidir, nerde isterseniz, orada namaza durursunuz.

Evet.. Dünya bir mesciddir..

Kubbesi: semâdır.

Kandili : güneştir.

Yaratılan cümle mahlûkat, mescidde namaz kılan memurlar, kullardır.

Bu mescidin imamı: Rasûl-i ekrem(a.s.m) Efendimiz’dir.

Mânevî müezzini: Cebrâil (a.s)’dır.







Her anımızın gelecekte, karşımıza güzel bir nimet, bir lutuf olarak karşımıza çıkmasını, anlarımızın hebâ olup gitmemesini, ziyan olmamasını istiyorsak, günde hiç olmazsa 1 saatimizi, 5 vakite abdestle beraber kâfi gelen, o bir saatimizi, bir ihtiyat akçesi gibi, ahiret sandukçası hükmünde olan bir seccadeye atmalıyız...

Asrın insanı “hayır efendim,bizim zamanımız proglamlanmıştır. Bir dakikamızı bile namaza ayıracak vaktimiz yoktur” dese, cehâletini ve belâhetini ortaya koymaz mı?



Namazın elektrik lambası gibi oluşu:

Bir başka açıdan namaz, insanın kendi dünyasını aydınlatan bir elektrik düğmesine dokunması gibidir.

Her yeni gün, her insana, yeni bir âlemin kapısıdır.

Hepimiz tek bir dünyanın içinde yaşarız ama, herbirimizin, o dünyadan ayrı, kendimize mahsus dünyalarımız vardır. Kendi dünyamızın, âlemimizin rengi, keyfiyeti kalbimize ve amelimize tabidir.

Bir misal verecek olursak: Elimizde, bir saraya mukabil tuttuğumuz bir ayna olduğunu düşünsek, biz aynamızı yeşil boyarsak, aynadaki sarayı yeşil görürüz. Kırmızı boya sürsek kırmızı olur.. Eğer aynamız düzgünse, sarayı düzgün görürüz.. eğer aynamız eğriyse, sarayda eğri görünür...

Aynen öyle de, şu âlem sarayına kalbimiz, aklımız, gönlümüz bir aynadır. Kalp aynamız nasılsa, âlemi o şekilde görürüz. Kederliysek, tüm âleme kederle bakarız. Tabir-i caizse, penceremizde öten bir kuş bile bize ‘sabâhî’ makamında öter... Eğer mutluysak, herşeyi o mutluluk içinde görürüz...

Evet... kendi aynamız nasılsa, biz bu âlemi öyle görürüz.





Gün içerisinde yaşadıklarımız, hissettiklerimiz, karşılaştığımız olaylarla, imtihanlarla, herşey bize karmakarışık bir keşmekeş içerisinde gözükür.



Bazan işin içinden çıkamayıp, bunalımlara dahi düşebiliyor insan... Âdeta namaz bir elektrik lambası ve namaza niyet onun düğmesine dokunmamız gibi, o karanlık dağılıverir. O ana kadar gördüğümüz, hercümerc içindeki, karmakarışık ve perişan vaziyet, hikmetli bir intizam ve her biri Rabbimizden, anlamlı mesajlar içeren olaylar olarak bize görünür. Çünkü, huzuruna vardığımız Rabbin, daha namazın başındaki Fatiha’da, âlemlerin Rabbi olduğunu hatırlarız. Âlemleri bir terbiye edenin, hiç birşeyin aslında tesadüfen ve başıboş olmadığını hatırlarız. Kalp aynamız temizlenir, dünyamız nurlanır... âlemi gerçek renkleriyle görmeye başlarız...



Nasıl ki, gözümüze gelen tozların temizlenmesi için, Rabbimiz gözkapaklarımızı vazifelendirmiştir. Biz farkında bile olmadan bir açılıp bir kapanarak, gözümüzdeki kirleri, bir silecek gibi çalışarak sürekli temizlerler. Bir kaç saniye bile olsa, gözlerimizi kırpmadan duracak olsak, hemen rahatsız oluruz.

Gözlerimiz, temizlenmeye muhtaçtır.



İşte aynen öyle de, kalbimizin üzerine konan ve doğru bakış açımızı engelleyen, bizi huzursuz eden, rahatsız eden tozları, kirleri temizleyen, allah Rasûlünün “iki gözümün nuru” dediği namaza muhtacız. Bakışlarımız bulandığında, dünya bizi rahatsız ve huzursuz ettiğinde, âlemmizi nurlandıracak, hem dünyamızı hem de ahiretimizi aydınlatacak namaza, bizler muhtacız...



İşte, namaz bizim mânevî âlemimizin gıdası olduğu gibi, o alemimizi aydınlatacak, terbiye edecek, huzurlu, emin , istikâmetli kılacak ve yaşamın tamamını ibadet hükmünde geçirmemize vesile olacak bir ibadettir.

Bir formüldür...



Bizler ne yapıyoruz??

Rabbimizin bu güzel, hoş, rahat ve rahmet terbiyesini, biçinlemesini bırakıyor, kendi iç dünyamızı bir keşmekeşliğe mahkum ediyoruz. Dolayısıyla değil, direkt olarak yaşantımız da bu minvalde şekilleniyor.

Ve hiçbir vakit de, tam huzuru bulamıyoruz.. Bulamayız da.. Namazsız, huzur bulunmuyor....



Şu adam iyidir ama....

Kimi insanların namazsızlık küçük bir kusurmuş gibi, “şu adam iyidir ama namazını kılmaz” tarzında ifadelerine rastlıyoruz zaman zaman..

Oysa ki namaz kılmamak en büyük kusurdur. En büyük bir hasâret, en büyük bir yoksunluktur..

Eğitimci yazar Vehbi Karakaş’ın konuyla ilgili değişik bir misali vardır:

Der ki, “bu şekilde söylemek aynen şu misallere benzer”:

‘Bizim bi televizyonumuz var. Şöyle kaliteli marka, dışı şöyle güzel vs.. ama bi kusuru var, görüntü vermiyor.’ Ya da, ‘şu bizim tavuk çok iyidir. Şöyle yem yer, şöyle gıdaklar ama bi kusuru var, yumurta vermiyor.’ ‘Şu inek çok iyidir de, bi kusuru süt vermiyor.’ ‘Şu oğlan çok iyidir de, bi kusuru anne babasına itaat etmez, hiç dinlemez.’ ...vs.. işte aynen böyle demeye benzer..”

Oysa onların kusuru, en büyük kusurdur.

Neden?

Çünkü onlardan beklenen asıl gayeyi netice vermiyorlar. Bir insandan beklenen asıl gaye, ne yemesi, ne içmesi, ne de başka bir şeydir. Bunların hepsi, bir şeyi netice vermesi içindir.

İnsan,kâinattaki nimetlerden maddî ve mânevî istifade etsin ve bu nimetlerin Sahibi olan Rabbininin onu muhatap almasına mukabil, o da Rabbine mukabele ile, teşekkür etsin... Rabbinin kendini bunce nimetle sevdirmek istemesine, muhabbetle, kendini tanıttırmak istemesine mukabil tanımakla, ikramına, ihsanına mukabil, teşekkürle mukabele etsin.

Evet..insan, ibadeti netice vermek için yaratılmıştır.

İnsanın en büyük kusuru, ibadet etmiyor oluşu, namaz kılmıyor oluşudur.

devam edecek

Hiç yorum yok:

Powered By Blogger